Her türlü baskının bir sınırı var. Ne kadar güçlü ne kadar zalim olursanız olun, sonuna kadar ezemezsiniz. Öyle ki, bir andan sonra ezme gücünüz artık sizi ezmeye başlar. Doğru ve gerçek olanı değil de işinize yarayana adalet demeye başlarsanız, artık dostlarınızı korumak ve düşmanlarınızı yok etmekten başka çareniz kalmaz. Kimin dost kimin düşman olduğunu da bilemez hale gelirsiniz. Siyasal stratejiniz kumpas kurmaktan öteye geçmezse bir süre sonra her kapının ardında bir kumpas olduğunu sanrılamaya başlarsınız.

Doğuştan bir kas-sinir hastalığı olan SMA bebeklerinin ailelerinin canları yanıyor. Ne kadar etkin olduğu kesinleşmemişse de bir tedavi “umudu” var ama çok çok pahalı! Aileler umarsızca tedavi için gerekli olan parayı bir araya getirmeye çabalıyorlar. Özelleştirildiğinden bu yana güvenilirliği üzerine yoğun kuşkular duyulan Milli Piyangonun yılbaşı çekilişinde büyük ikramiyenin dörtte üçü satılmayan biletlere çıktı. Ardından 75 milyon liranın Varlık Fonuna devredileceği açıklandı. Sosyal medyada bu paranın SMA’lı bebeklere ilaç alımında kullanılması önerildi. 5- 7 bebeğin en pahalı ilacı almasına yetiyor. Külliyenin günlük giderini Sayıştay bile 10 milyon lira olarak hesaplıyor. Bir haftalık gideri kadar yani.

Gerçekle bağını koparmamış bir iktidar ya da üzerine düşen şaibeyi temizlemek isteyen bir şirket, onun için devede kulak değil, kulaktaki bir kıl bile olmayan 75 milyon lirayı SMA’lı bebeklere “hayır hasenet” için ambalajıyla vaveyla kopararak verirdi, değil mi* Öyle ya imaj her şey.

Oysa sosyal medyada başlayan kampanya iktidara yönelik bir kumpas saldırısı olarak görüldü ve SMA’lı çocuklar için yardım toplanması yasaklandı.

75 milyona bile muhtaç oldukları için mi, 75 milyonu bile kapmak istedikleri için mi, 75 milyona bile kıyamayacak denli gözleri döndüğünden mi?

Sanırım, zaten varoluşlarına kodlanmış olan ve on yıllardır da sürdürdükleri düşmanlaştırma siyaseti sonunda onları da esir almış durumda. Belki başlangıçta düşmanlaştırma siyasetini rakiplerini yok etmek için bilinçli bir strateji olarak uyguluyorlardı. Ama artık kendilerinden olmayanları gerçekten varkalımlarına tehdit olarak görüyorlar.

Güç, ne kadar merkezileşir ve kişileşirse kuşku da o denli yaygınlaşarak solunan havayı kuşatır. Düşmanlaştırma siyaseti gerçekle bağını kopararak, bir yöntemden dünyayı görme biçimine dönüşür. Tanrının en zayıf yanı ancak inanıldığında var olabilmesi. Bütün gücü kendinde toplayan da en güçlü olduğunda bile kendini içten içe çok ama çok zayıf ve korunmasız hisseder. Açmazı budur.

Gerçekten güçlü olan kendine karşı olanlara “hoşgörü”, “merhamet” ya da “tolerans” gösterebilirken, diğeri için en küçük bir itiraz düşmandan gelen öldürücü hamle olarak görülmeye başlanır.

Bu yüzden zulmüyle korkusu, gücüyle zayıflığı iç içe geçer. En olmadık yerden, kişiden düşman üretebilirken, en olmadık olandan yardım dilenebilir. İstediği tek bir söz vardır, “sana karşı değilim.” Bu sözü duyabilmek için her şeyi yapabilir, hiç bir ilke göz etmez, bütün sözleri verebilir, çünkü hepsi sadece sözlerdir, uçar gider.

Başlangıçta bilerek muhalefeti kısaltmalarını birleştirerek bir ve aynıymış gibi gösterenler artık tek bir sözcüğe- sıfata yoğunlaştılar. Terörist. Düşünün, SMA’lı bebekler için zamana karşı çaresizce atılan yardım haykırışları bile iktidarı güçsüz göstermek için planlanmış terörist eylem olarak nitelendirildi.

Ömer Çelik in “Türkiye terörist örgüttür”, dil sürçmesi öylesine bir sürçmenin ötesinde bir ruh halinin de ifadesi olabilir. Terör, çok kirlenmiş, bulanıklaşmış bir kavram olsa da hala temel anlamı olan dehşeti içerir. Dehşet rejimi demektir.

Boğaziçili öğrencilere sabaha karşı evlerinin kapıları kırılarak gözaltına operasyonu, öğrencilere, evdekilere, komşulara ve ülkeye dehşet hissi yaşatmak için yapılıyor.

Ama aynı zamanda Boğaziçi’nde kaybedersek korkusunun da iktidara dehşet hissi yaşattığını gösteriyor.

Sonuna kadar ezmeye kalkan, ezilme hissi yaşamaya başlar ve dehşete kapılır.