Bir dünya kupası daha sona erdi.

Arjantin’in neredeyse 40 yıl sonra yeniden şampiyon olması ve tüm zamanların en iyi futbolcularından Messi’nin de üstün performansıyla bu sonuca belirleyici katkıda bulunması, muhtemelen dünyanın birçok yerinde, tabii özellikle de Latin Amerika, Afrika, Asya ve Okyanusya halklarının futbolla ilgisi olan kitlelerince coşkuyla karşılandı.

Final maçını “iyi olan kazansın” diyerek izleyenler de vardır bir miktar elbette…

Ama çoğunluk bunu bir tarafta kapitalist-emperyalist dünyanın, diğer tarafta da ona karşı direnenlerin, eşitlik, bağımsızlık mücadelesi verenlerin olduğu kapışmanın devamı olarak gördü, izledi…

Bizde de öyle oldu.

Kalpler son ana kadar Arjantin için çarptı… Fransa’yı sahada temsil eden sporcuların neredeyse hepsi Afrika kökenliydi, ama o akşam bunun hiç de önemi yoktu. Normal koşullarda böyle durumlar göçmen alan ülkelerde, göçmenlerin eşitliği ve entegrasyonu açısından büyük bir başarı olarak görülür, o ülke lehine ayrı bir sempatinin oluşmasını sağlar. Ama bu kez öyle olmadı. Çünkü Fransa’nın bugünkü zenginliğinin temellerinde o oyuncuların köklerinin uzandığı, bir zamanların sömürge ve yarı-sömürge, son zamanların da yeni-sömürge ülkelerinden akan birikimlerin olduğu hatırlandı. Üstelik karşısında da geçmişte zenginliklerine sömürgeciler tarafından büyük bir arsızlıkla el konulan bir ülkenin takımı yer alıyordu.

Futbol dünyanın en çok sevilen sporu.

Bu sevgiyi de hak ediyor.

O nedenle turnuvanın Katar gibi futbolla ilgisi olmayan bir ülkede gerçekleştirilmesine yönelik itirazlar ve boykot çağrıları bu sevgiyi fazla etkilemedi.

Milyonlar inşaatları sırasında kimi iddialara göre yüzlerce “köle” işçinin meydana gelen “iş cinayetleri” sonucu yaşamını yitirdiği devasa stadyumlardaki maçları televizyon başından izledi.

Futbolla ilgili olan herkes Katar’ın etrafa milyarlarca dolar saçarak turnuvanın sahibi FİFA’yı (Uluslararası Futbol Federasyonları Birliği), politikacıları, medyayı satın alarak ev sahibi olmayı başardığını biliyordu. Turnuva öncesi bu yöndeki yayınlar elbette bir miktar etkili oldu, bu milyarlar Katar’ın kötü imajını düzeltmedi.

Ama sonuçta “futbol sevgisi” egemendi.

Ve “hak eden” kazandı.

Gazetemizin uzman spor yazarları Ali Murat Hamarat ve Müslüm Gülhan da öyle diyorlar. Arjantin ve Messi’nin başarısını, bizler gibi sevinçle karşılıyorlar.

Ama biz yine başa dönelim.

Futbol en sevilen, ama aynı zamanda en politik spor.

“Spor ve siyasetin birbirinden ayırılması” mümkün değil.

Siyasi ve ekonomik iktidarı elinde tutanlar da bunun farkında.

O yüzden artık neredeyse tamamen kapitalist işletmeler ve siyasi iktidarların haline gelmiş olan kulüplerin, federasyonların egemenliğindeki bu sporun zirve yaptığı, dünya kupası, Avrupa kupası gibi uluslararası futbol şenliklerini, bunların finallerini izlerken biz de bunu yeniden hatırlıyoruz.

Ve o politik yan her zaman bu turnuvanın finalindeki gibi “ezen-ezilen karşılaşmasında taraf olmak” gibi bir şey değil.

Birlikte hafıza tazeleyelim…

Şampiyon Arjantin 1978 yılında dünya kupasına ev sahipliği yapmıştı.

Ve o dönemde Arjantin’de Jorge Rafael Videla liderliğindeki askeri-faşist cunta yönetimi egemendi.

Kanlı faşist yönetim, tıpkı 1936’daki olimpiyatlara ev sahipliği yapan Nazi Almanya’sı gibi bu turnuvayı imajını düzeltmek, hakkındaki suçlamaları unutturmak, kendini temize çıkarmak, futbolu, sporu, bu tip karşılaşmaların heyecanını seven kitleleri “uyutmak” ya da en azından “oyalamak” için kullandı.

Videla turnuvayı “dünya barışının şampiyonası” sözleriyle açarken, cesur bir anne, Hebe de Bonafini diktatörlüğü protesto etmek üzere açılışın yapıldığı stadyumdan birkaç yüz metre ötedeki “Plaza de Mayo”daydı (Mayıs Meydanı). Hebe de Bonafini iki oğlu ağır işkencelerin ardından öldürülmüş, gelini kurşuna dizilmiş bir anneydi. O ve çocukları diktatörlük tarafından “kaybedilmiş” diğer anneler fırsatı değerlendirmiş, diktatörlüğün kanlı yüzünü tüm dünyaya teşhir etmeyi başarmışlardı. Turnuvanın “ilk ve en değerli golü”nü onlar atmıştı.

Daha sonra “Madres de Plaza de Mayo” (Mayıs Meydanı Anneleri ) adını alan ve başta “Cumartesi Anneleri” olmak üzere birçok ülkede halen benzer isimlerle devam eden bu mücadelenin öncülerinden Hebe de Bonfini, bir ay önce 20 Kasım 2022’de yaşamını yitirdi. “Kaybettiği” çocukları ve faşistlerin katlettiği 30 bin insanın hakkını sonuna kadar savunmaktan için hiç vazgeçmedi, öldüğünde Devlet Başkanı Alberto Fernandez’in çağrısıyla tüm Arjantin üç gün yas tuttu.

Hak ettikleri kupayı aldıktan sonraki sportmenliğe yakışmayan tavırlarına bakılırsa Arjantin milli takımındaki oyuncuların bütün bunlardan belki de haberi bile yoktur.

Biz bir yandan onları izleyip, başarılarını sevinçle karşılarken, diğer yandan da inatla meydanlara çıkarak çocuklarını arayan kahraman anneleri de unutmadık.

Her turnuvanın bir kahramanı ya da kahramanları olmayabilir.

Bizim kahramanlarımız Arjantinli futbolcular değil. Ya da bu turnuvada birçok rekorun sahibi olan kaptanları Messi hiç değil.

Çünkü ne kadar iyi bir sporcu olursa olsun, vergi kaçakçılığından ağır cezalar almış bir sabıkalı, milyonlarca dolarlık servetini vergi vermemek için kâğıt üzerinde var olan şirketler aracılığıyla vergi cennetlerine kaçıran bir “iş adamı” olduğunu da biliyoruz.

Bu turnuvada bizim kahramanlarımız ülkelerindeki baskıları protesto etmek için büyük risk alan İranlı sporculardır.

Onların İran’daki baskıcı rejime attığı gol de turnuvanın en güzel golüydü…