Sembol isimler Can Dündar ve Erdem Gül başta olmak üzere gazeteciler ellerinden geleni yapıyor, bedel ödüyor. Boyun eğmiyor. Ama birileri hâlâ akıllanmıyor

Emile Zola, Drefyus davası ile ilgili Cumhurbaşkanı’na hitaben yazdığı ünlü J’accuse (Suçluyorum) makalesinde şu cümleleri geçirir: “Bu suçlamalarda bulunurken, 29 Temmuz 1881 tarihli basın yasasının 30 ve 31. maddelerine karşı geldiğini, bu yasanın hakaret suçlarına ceza belirlediğini bilmiyor değilim. İsteyerek kendimi tehlikeye atıyorum.”

Biz de kendimizi bilerek ve isteyerek tehlikeye attık. Hem de defalarca… Toplumun dikkatini yolsuzluklara, hak gasplarına, katliamlara çekebilmek için… Ancak sadece dikkat çekmek yetmiyormuş. Örgütlü olmayan toplum, dikkati çekilse dahi, sincap gibi şaşkın bakmak dışında bir şey yapmıyormuş… Bir kesim de büyük zalimlerin söylediklerini tekrar etmekle yetiniyormuş.

gelecege-kalanlar-107004-1.Zalimlerin aramızdaki dublörlerini vicdanlara seslenerek değiştirmek gibi beyhude bir çabaya girdik. Vicdan söylemi değil birleştirme söylemi geliştirmemiz gerekirdi oysa. Dünyadaki tüm küçük zalimler yaptıklarının zorbalık değil de birer zorunluluk olduğunu düşünür aslında. Tam da bu yüzden onların sabit fikirlerini “vicdan” söylemiyle değiştiremezsin. “Yaptığın ne kaaaa da kötü öyleeee, sen ne berbat bir şey olmuşsun böyleeee…” Ne dersen de… Onun tikinde mi ki ne? Küçük zalimler, büyük zalimlerin onlara verdiği yetkiye dayanarak, bizleri şahitlerin huzurunda çapulcu-eşkıya ilan eder. Bizim gibiler de iyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta, terörist, hain filan olmadığını inatla tekrar eder.

Biz gazeteciler, yazarlar şunlar bunlar… Pek çok sıkıntı yaşadık ama 60’lı yılların köy köy, mahalle mahalle dolaşıp toplumu örgütlemeye çalışan aydınlarından olamadık. Yaşar Kemal gibi “bu diyar baştanbaşa” dolaşamadık. Attığımız tweet kurbağayı ürkütmedi, yazdığımız manşet jöleliyi…

Bir fırsat yakalamıştık oysa… Penguenlerin mahkum edildiği o günlerde anı yakaladık (carpe diem anla sen) ve kendimizi anlattık. Ama sonrasında o güzel insanların bir aradalığı bir politik güce dönüşemedi… Sonra her başımız sıkıştığında “Geziciler nerede?” der olduk. “Gezici” mi bıraktılar ki? İsyan eden insanlar vardı. Onları ortak bir hedefe, başka bir ülke hayaline yöneltmek isteyenler de vardı, olmadı… Olmayınca da herkes evine, karamsar yaşantısına, fabrika ayarına geri döndürüldü. O yüzden Geziciler olamadı. Bunda soruyu soranın payı yok mu? Haziran isyanından Gezi komünü gibi güzel bir ülke yaratmak isteyenleri oy için birbirine düşürenlerin payı yok mu? Herkes herkesi “tarihin çöplüğüne” gönderiyordu? Topyekûn çöplükteyiz işte…

Eğer batıdan ses gelsin, “Geziciler” diye bir şey olsun istiyorsak, onları ortak bir hedefte yeniden bir araya getirmek gerekir. İlle meydanlarda da değil… Gezi’den Lice’ye barikatlarda selam gönderen insanlar havaya karışmadığına göre yapabilecek bir şeyler var. Omuz verirsek olur. Yıkılmaz sanılan yıkılır, değişmez denilen değişir… Soru “Geziciler nerede” sorusu değil, “Haziran Türkiyesini kurmak için ne yapacağız” sorusu…

Sembol isimler Can Dündar ve Erdem Gül başta olmak üzere gazeteciler ellerinden geleni yapıyor, bedel ödüyor. Boyun eğmiyor. Ama birileri hâlâ akıllanmıyor. Davalık olduklarıyla Anayasa yapma peşine düşüyor. “Kedi tüyü okşar gibi muhalefet” yapıyor. Birilerine diktatör diyeceksin, faşist diyeceksin, hırsız-katil diyeceksin sonra da aman şöyle de böyle de… Arkasında duracaksın kardeşim. Yok öyle…

Sıkışınca da laflar hazır… CB nefreti gözümüzü kör etmişmiş de, o hepimizin CB’siymiş de, toplumu kutuplaştırmayalımmış da… Biz mi kutuplaştırdık memleketi ya? Biz mi dedik onların çocuklarına “kadın mıdır kız mıdır” diye? Biz mi dedik öldürülen arkadaşların ardından “emri ben verdim” diye? Biz mi dedik Gezi sidik kokuyor diye, çapulcu diye, ayyaş diye? Biz mi bomba attık halay çeken insanların üzerine? Dilek Doğan’ı öldüren polise bu cesareti kim verdi? Biz mi yazdık duvarlara “kan kusturacağız” diye?

Her türlü devrimci çıkışı “ergen isyanı” diye yorumlayan solun trafik polisleri… Adını yazacak cesareti olmayan sosyal medya fenomenleri… O kadar doğrucusunuz ki… Öyle olgun ama solgunsunuz ki… Ne öfke beslersiniz ne sevgi beslersiniz, ne gerçekten hüzünlenirsiniz ne gerçekten sevinirsiniz… Yumuşacıksınız, kaygansınız, hep siz haklısınız, hep de riyadasınız…“O konuda katılıyoruuuum da bu konuda katılmıyoruuuum, doğrularını da söylüyoruuum, yanlışlarını daaa, eleştirdiğim yönleri de vaaar katıldığım daaa.” Çok da umurumuzda…

Zola mektubunu “Coşkulu protestom, yüreğimden kopan çığlıktan başka bir şey değildir” diye sonlandırır. Geleceğe yalnız ve ancak direnenler kalır. Yüreğinde coşkusu, çığlık atmaya cesareti olan kalır. Can hatırlanır, erdem anılır.