Geçen cumartesi günü Birleşik Metal-İş Sendikası’nın Gönen tesislerinde gerçekleştirilen 2. Genç İşçiler Kurultayı’ndaydım. Kurultaya çoğunluğu 26 yaş ve altı olan, 78 farklı fabrikadan gelen 147 sendika üyesi genç işçi katılım sağladı.

Kurultaya ben de Birleşik Metal-İş üyelerine yönelik sene başında gerçekleştirdiğimiz üye kimlik araştırmasına dair bir sunuşla katkı yapmaya çalıştım. 26 yaş ve altı ile 27 yaş ve üzeri işçilerin sosyal, kültürel, sendikal ve siyasal tutumlarını karşılaştıran, kimlik oluşumlarını ortaya koymaya çalışan bir sunuş oldu bu.

Kısaca genç işçiler çoğunlukla anne baba yanında kalmayı sürdürüyor. Çoğunluğu meslek lisesi mezunu; ama karakteristik olarak onları diğerlerinden ayıran unsur, ön lisans mezunlarının oranının ağırlık kazanmaya başlaması. Kurumlara inanç daha fazla, ancak sınıfsal meseleleri daha ikincil bir biçimde görme eğilimindeler. Sendikanın sadece ücret meselesi ya da sosyal haklarla sınırlı olarak hareket etmesini istiyorlar. Siyasal olarak kendini diğer yaş grubuna göre daha radikal unsurlarla tanımlamayı tercih ediyorlar. Örneğin İslamcılık kimliğini ya da komünist olmayı diğerlerine göre daha fazla sahipleniyorlar. Mücadele eğilimi görece daha fazla. Eylemliliği yüksek bir sendikada, örgütlü bir mücadelenin parçası olarak sendikalarına daha fazla güven hissediyorlar. Öncelikli haber alma kaynakları sosyal medya olmuş durumda.

Kimlik bir oluşum süreci

Kimlik bir oluşum sürecidir. Bizim “diğerlerine” karşı kendimizi tanımlayabildiğimiz, konumlandırabildiğimiz ortak bir aidiyeti kurmamızı sağlar.

Belli bir mekâna, topluluğa kendimizi ait hissetmek, zaman zaman varoluşsal, zaman zaman da örgütlenmiş bir sürecin ürünüdür. Bir kişinin birden fazla kimliği olabilir. Aynı zamanda bir işçi, bir Türk, bir Müslüman, bir sosyalist, bir kadın, bir Fenerbahçeli, bir çevreci, bir Karadenizli, bir Birleşik Metal-İş üyesi ya da bir aileye ait olarak kendimizi tanımlayabiliriz. Ancak bu kimliklerimizden hangisinin öncelikli olduğunu belirleyen olgu, bir parça da o kimliği hayatımızın ne ölçüde öncelikli bir öğesi olarak gördüğümüz ile ilgilidir.

Sonuçta Amin Maalouf’un dediği gibi “Her kişinin kimliği, resmi kayıtlarda görünenlerle kesinlikle sınırlı olmayan bir yığın öğeden oluşur… Bütün bu aidiyetler, her halükârda aynı anda, elbette aynı derecede önem taşımaz. Ama hiçbiri de tam olarak anlamsız değildir.”

Maalouf, çoğu zaman, kendimizi en fazla saldırıya uğrayan aidiyetimizle tanımlama eğiliminde olduğumuza dikkat çeker. Zaman zaman bu kimliğimizi diğerlerine karşı savunacak bir gücümüz olmayabilir. Onu gizlemek zorunda kalabiliriz. Ancak bu o kimliğimizden vazgeçtiğimiz anlamına gelmez. O bizim derinliklerimizde kalır. Özdeşleştiğimiz kimlik haline gelebilir. “Söz konusu aidiyet -renk, dil, din, sınıf – bütün bir kimliğimizi istila eder. Onu paylaşanlar dayanışma içinde olduklarını hissederler, birbirlerine benzerler, birbirlerini harekete geçirirler, birbirlerine karşılıklı cesaret verirler, “karşı taraftakilere” cephe alırlar. Onlar için “kimliğini kabul etmek” zorunlu bir cesaret eylemi, kurtarıcı bir eylem haline gelir…” Sınıf oluşumu da bu biçimiyle ele alınabilir.

Siyasallaşma

İşçilerin sendikalarda bir araya gelip, örgütlü bir güç haline gelmeleri hiç kolay olmadı. Bu örgütlülüğü ulusal ve uluslararası boyutta örgütleyip kalıcı kazanımlar elde etmeleri de.

Sınıf bir diğer sınıf ile ilişkisi içinde var olur. “Tekil bireyler ancak başka bir sınıfa karşı ortak bir mücadele verdikleri ölçüde bir sınıf oluştururlar” (Durand).

Siyasal kimliğimiz, çoğunlukla kendimizi tanımladığımız aidiyetler içinde öncelikli gördüğümüz, özdeşleştirdiğimiz kimlik üzerine şekillenir. O kimlik, Maalouf’un tanımladığı biçimiyle en fazla saldırıya uğrayan kimliğimiz midir, yoksa en fazla saldırıya uğradığına inandırıldığımız kimliğimiz midir? Bu konu başlı başına bir tartışma konusudur.

Gönen’de Genç İşçi Kurultayı devam ederken, Düzce’de grevde olan Tekno Maccaferri işyeri ile ilgili bir görüşme de gerçekleştirildi. Belki bu işyerindeki greve kolluk kuvvetleri tarafından yasadışı müdahalede bulunulduğunu, grevin kırılmaya çalışıldığını haberlerden görmüşsünüzdür.

Düzce gibi muhafazakâr bir bölgede işçiler siyasal kimliklerini bir yana bırakarak, baskıya karşı bir sınıf olarak kendilerini ortaya koydular. Siyasal iktidarın bütün girişimlerine rağmen grevin kırılmasına izin vermediler. Sonuç olarak “"OHAL'i grev tehdidi olan yere müdahale için kullanıyoruz" diyen bir anlayış, bir kez daha kararlı ve meşru duruşun önünde geri adım atmak zorunda kaldı. Grevdeki Tekno Macaferri'de yapılan müzakere sonucu ücretlerde yüzde 21, sosyal haklarda yüzde 25 artış ve 60 günlük ikramiye alınarak anlaşma sağlandı. Mesele sadece bir işyerindeki kazanımla sınırlı bir mesele değil.

1 Ekim’den itibaren çalışmalarına başlayacak olan Meclis’in öncelikle işçi ve işveren uyuşmazlıklarında arabulucuyu zorunlu hale getiren tasarıyı ele alması bekleniyor. Yani işçi, hakkı olanı pazarlık konusu haline getirmek zorunda kalacak.

Sonuç olarak işçilerin yaşadıkları meselelerin sadece işyerleri ile sınırlı bir mesele olmadığını fark etmeleri, en saldırıya uğrayan kimlikleri olarak sınıf kimliğini öncelikli hale getirmeleri, bu kimlik üzerinden siyasallaşmaları gerekiyor. Öncelikli olarak genç işçilerin bunun ayrımında olması şart.