Büyüme oranları geçtiğimiz günlerde yayınlandı. TÜİK verilerine göre Türkiye ekonomisini ihracat sırtladı. 2016 yılında bir önceki yıla göre yüzde 1,4 daralan ihracat, 2017 yılında yüzde 12’lik artışı ile göz kamaştırdı.

IMF 22 Ocak 2018 tarihinde yayınladığı bültende (WEO), yükselen ve gelişmekte olan Avrupa ülkeleri için 2017’de ekonomik büyümenin yüzde 5’in üzerinde hesaplandığını, 2018 ve 2019 yılları için de önceden daha güçlü bir büyüme beklendiğini ifade ediyor. Polonya ve özellikle Türkiye’de büyüme beklentisinin daha yüksek olduğuna, bunun nedeninin ise finansal kolaylıklar ve AB ülkelerinden gelen güçlü talebe bağlı uygun bir dış ortam olduğuna dikkat çekiliyor. İlave olarak Türkiye için politik duruşun elverişli olmasının öneminin de altı çiziliyor.

Yani Türkiye’nin ihracat verileri temelinde yakaladığı büyüme oranları tesadüfi değil. Elverişli dış koşullara ve Türkiye’de siyasal iradenin duruşu ile ilgili.

Nitekim TİM (Türkiye İhracatçılar Meclisi) verilerine göre ihracattaki artışın yaklaşık yüzde 80’i AB üyesi ülkelere yapılan ihracat kaynaklı. Bu verinin yarısı çelik ve otomotiv ihracatına dayanıyor.

Siyasal ortama baktığımızda ise içeride OHAL koşulları altında toplumsal muhalefet etkisizleşmiş durumda. Özel sektörün öncülüğünde bir büyüme modelini esas alan, siyaseti sermayenin önünü açmak olarak gören, kamu kaynaklarını bu misyon ile sermaye kesimlerinin önüne altın tepsi ile sunan hükümet, bozulan ekonomik dengeleri toparlamak adına borçlanmayı aktif bir araç olarak kullanıyor. Yatırım ortamını iyileştirme başlığında esneklikle ilgili düzenlemeler KHK’ler ile hızla yürürlüğe girerken, toplumsal birikimin ürünü olan kamu kuruluşları ve doğal zenginlikler, çok uluslu şirketlerin tavsiyesi ile varlık fonuna aktarılmış durumda.

Sonuç olarak borçların arttığı, sermayenin önünün grev yasakları, vergi ve istihdam teşvikleri ile açıldığı, emek piyasalarının iyice esnek bir hale getirildiği, kamu kaynaklarının fütursuzca sermayenin önüne konulduğu bir ortamdayız.

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bu ortam açısından OHAL’in önemini 15 Temmuz etkinlikleri kapsamında, yabancı sermayeli yatırımcılar ile bir araya geldiği bir toplantıda şöyle ifade etmişti: “Şu anda OHAL ile uğraşıp duruyorlar. OHAL olmamış olsaydı bu kadar rahat, bu kadar huzurlu olarak bu adımlar atılamazdı. Ve OHAL’in sınırlarını da biz belirleriz. OHAL’i biz iş dünyamız daha rahat çalışsın diye yapıyoruz”.

İş dünyası kökenli İçişleri Bakanımız Soylu da son büyüme verileri sonrasında, “Türkiye 15 Temmuz’un hemen akabinde OHAL’e girdi. Türkiye’de bu nasıl olağanüstü haldir ki Türkiye yüzde 7,4 büyüdü” diye soruyor. Sorunun cevabı IMF tarafından net olarak verilmektedir.

Yatırım iştahı

Türkiye’de sermaye açısından hem dış etkenler hem de politik anlamda elverişli bir ortam söz konusudur. Buna karşın yatırım iştahı inşaat sektörü ile sınırlı kalmıştır. Gayrisafi sabit sermaye oluşumunda inşaat sektörü yüzde 12’lik büyüme ile öne çıkarken, üretim açısından temel göstergelerden biri olan makine ve teçhizatta sermaye oluşumu, son iki çeyrekte yükselişe geçse de yüzde 0,7 ile bir önceki yıla göre ciddi bir mesafe kaydedememiştir.

Sonuç olarak OHAL’in sağladığı imkanlarla emeğin payı yüzde 0,8’lik reel artışla neredeyse yerinde sayarken, sermayenin payı yüzde reel olarak yüzde 12,8’lik artış göstermiştir. Yani ekonomik büyüme sermayeye yaramış, sömürü artmıştır. Emeğin zaten düşük olan milli gelirdeki payı yüzde 32,2’den yüzde 30,5’e gerilemiştir. Söz konusu değerin AB ortalaması ise yaklaşık yüzde 50’dir.

Özetle sermaye ve siyasal iktidar açısından bakarsanız her şey güzel görünmektedir. Özel sektör öncülüğünde büyüme emeğin ve toplumsal kaynakların sömürüsü üzerinden devam etmektedir. Ya ağır çalışma koşulları altında geçinmeye çalışan ve suskunluğa mahkûm edilen milyonlar? Elbette onların da sözlerini söyleyecekleri zaman gelecektir.