Bizim en hüzünlü sloganımız, unutmamak üzerine. Unutursak kalbimiz kurusun, deriz; unutmayacağız, unutturmayacağız diye haykırırız.

En hüzünlü sloganımız, çünkü çok öldürüldük. Kıyıldık, vurulduk, yakıldık, parçalandık, asıldık. Bedenlerimiz lime lime oldu, üzerlerimizde tepindiler.

İşkence tezgahlarında, kafeslerde, askılarda zulmettiler bedenlerimize. Elbet, söndürdükleri yürek sayısını da yazdılar kazanç hanelerine ama, asıl hedefleri ruhlarımız arasındaki bağdı.

Maraş’ta süngü, hamile kadının karnını delip bebeğine saplandığında karnımızı tuttuk acıyla. Erdal Eren’in 17 yaşındaki boynu idam sehpasında kırıldığında kasıldı boynumuz. Sivas’da duman bizim de ciğerlerimizi doldurdu, kesildi soluğumuz. 10 Ekim 2015’te Ankara Garı önünde 103’ümüzün bedeni parçalanırken bizim de etlerimiz dağıldı.


Çünkü, zalim hep bilmiştir ruhlarımızın arasında bağları. Senin canın yandığında benim de etimin acıdığını.

Bellek, kıyım anında zamanı durdurur. Dünyanın zamanı akmaya devam ederken zaman ırmağında, bir dalı sudaki bir kayaya takılıp kalan bir ağaç gibi kala kalır ruhumuz. Akışa katılamaz. İşte kıyım anları, o takılıp kalan dallarımızdır. Bir yandan akmak isteriz bir yandan akmak için dalımızı kırmak zorundaymışız gibi hissederiz. Bir parçamızı bırakarak devam etmek ihanet gibi gelir, suçlulukla dolar içimiz. Sanki dalımız bizim yüzümüzden takılıp kalmış da, devam etmek için bir de onu kendimizden koparıp, geride bırakmak zorundaymışız sanırız. Ondandır, unutmanın ihanet etmek gibi gelmesi.

Acımız o kadar derinleşir ki, suçlunun kim olduğunu karıştırmaya başlarız. Kendimizi suçladıkça da öfkemiz kendimize döner. Bizim yüzümüzden oldu gibi hissetmeye başlarız. Biz o ırmağa girmeseydik dallarımız takılıp kalmayacaktı sanmaya başlarız.

10 Ekim Katliamı sonrası da, miting düzenleme kurulu ya da katılımcı örgütlerin yöneticisi olup da suçluluk duygusu içinde kendine kızmayan olmadı.

Kendilerince haklı nedenleri vardı. Türkiye’nin dört bir yanından onlar çağırmıştı üyelerini mitinge! Sanki çağırdıkları için ölümlere onlar neden oldular gibi hissettiler. Alanda sağ kalanlar, alana geciktiği için kıl payı kurtulanlar, herhangi olağan bir nedenle Ankara’ya gelemeyenler, Ankara’da olup da gelmeyenler, hepimiz aynı suçluluk hissi ile dolup taştık.

Zalimin amacı tam da budur. Takılıp kalmamız, suçluluk hissinde boğulmamız ve öfke ile “adalet ve cezalandırma” beklememiz. Sonrası mahkeme salonlarında, adliye binaları önlerinde bitmek tükenmek bilmeyen dosyalar, gelmeyen evraklar, yapılmayan soruşturmalar, üstü örtülen belgeler vs vs.

İşte “unutma!” çığlığı bu adalet beklentisinin yansımasıdır biraz da. Olmadıkça da takılıp kalma, ilerleyememe, akamamaya dönüşür. Gerçek suçluların cezalandırılması elbet onarıcıdır, yaraları sarar. Ama, zalimi cezalandırmanın asıl yolu, kırılan dallarımızın ulaşmak istedikleri denize doğru devam edebilmektir.

Biz 10 Ekim’de Ankara Garı’na neden ve kimler olarak gitmiştik, amacımız neydi? TTB, TMMOB, Eğitim Sen, KESK, DİSK, Birleşik Haziran Hareketi, ÖDP, TKP, CHP, HDP, Halkevleri, daha onlarca örgüt, parti 10 Ekim’de nasıl olup da bir araya gelmişlerdi? O günden bu yana bir daha bir arada politika yapabildiler mi? Sadece yılda bir kez “unutmayacağız” derken bir araya gelebiliyoruz.

Kırılan dallarımız, kıyılan canlarımız “bir yere” doğru yola çıkmak üzere gelmişlerdi o meydana; denize doğru… Unutmamak ile hatırlamak birbirinden çok farklı bellek eylemleri. Unutmamaya çalışmak zamanı dondurur ve bizi yolumuzdan alıkoyar. Oysa varmak istedikleri denize ulaştığımızda onları hatırlarsak, hemen yanı başımızda solukları soluklarımıza karışır, denizin ötesindeki ufka bizim gözlerimizle bakmalarını sağlayabiliriz.

O yüzden artık unutmayacağız, unutma demeyelim. Hatırla! diye seslenelim.

Hatırlamayı hak edecek şekilde politika yaparak başlayabiliriz.