Gezi İsyanının Ankara ayağında her akşam Kennedy Caddesi’nde toplanan bir grup vardı. Kollukla direnişçiler arasında gün boyu süren “alan kapma” mücadelelerinin ardından direnişin “gece vardiyasını” üslenirdi. TBMM’nin yanı başına istiflenen polis barikatının karşısında sabahlayarak egemenlerin ensesinde “şenlikli” bir sarhoşluğun nefesini hissettiren, fakat üstüne salınan kolluğun yer yer baş gösteren ataklarına en kallavisinden muharip yanıtlar da verebilen bir toplamdı bu. Çoğu -apolitik- Tunalı Hilmi müdavimlerinden müteşekkil grubun sürekli attığı slogan ise ALKOLİK HAREKET ENGELLENEMEZ sloganıydı. O vakit direnişin kimi bileşenleri tarafından dahi “lümpen” ya da “gereksiz” görüldü bu slogan. Fakat kısıtlamaları savunmak isteyen Erdoğan’ın kantarın topuzunu kaçırıp da -Mustafa Kemal ve İnönü’yü kastederek- ettiği “iki ayyaş” lafına bir yanıt olması niteliğiyle özgün bir bağlamda yer alıyor, örneğin daha önceki protestolarda atılan AKP’YE İÇİYORUZ sloganına nispeten çok daha politik bir çağrışıma erişiyordu. Çünkü söylevlerinde tüm muhaliflere iliştireceği bir “alkoliklik” bühtanı türetmeye çalışmıştı Erdoğan, fakat direnişi hedef alan konuşmalarında “esnaf kan ağlıyor, bira satanlar hariç” demekten “camide içki içtiler” yalanına kadar tırmandırdığı gerilim bir türlü istediği toplumsal karşılığı bulmuyordu. Hülasa tüm yasakçılığına ve tam teşekküllü taarruzlarına rağmen, yıllardır “içki içen” toplamı cepheden karşısına alan bir politik pratiğin “bu kültürün” hakiki temayülleriyle arasında bulunan mesafeyi de asla kapatamadı.

***

Erdoğan, iktidarı başladığından bu yana alkollü içkilerin üretiminden dağıtımına, reklamından tüketimine uzanan engellemelerin ardı arkası kesilmedi. Tarımsal üretimin baltalanmasına TEKEL’in özelleştirilmesi eşlik ederken, resmi protokollerden kokteyl ve balolara kadar tüm devlet seremonilerinde içki ikramı yasaklandı. Peşi sıra kabahatler kanunda yapılan düzenlemelerle içki içilebilen saatler ile alanlar günaşırı daraltılırken yapılan muazzam zamlarla, bilhassa düşük gelirli insanların alkollü içkiyle irtibatı kesilmek istendi. Dahası OHAL ve salgın koşullarında yasak ve kısıtlamaların kapsamı sudan bahanelerle göreli olarak genişletilmeye devam etti. Üstelik bunlar asla kâğıt üzerinde ilan edildikleri kadarıyla da kalmadı. Sigara kontrolleri, müzik yasakları, hatta ruhsat kontrolleri bilhassa alkollü içecek satışı yapan işletmelere biteviye uygulanarak belirli bir kesim “resmen” yıldırılmaya çalışıldı. Yine de tüm bunlara rağmen alkollü içki tüketiminde bir azalma yaşanmadığı gibi, kaçak içki üretimi zirve yaptı ve buna bağlı ölümler gerçekleşmeye başladı. En son Erdoğan kendisi de itiraf etti bu durumu: “Devamlı artırıyoruz, aç geziyor, sefil geziyor rakıyı birayı almaktan geri durmuyorlar” dedi.

Burada anlaşılması gereken şey Erdoğan’ın bu konudaki ısrarının asla “alkolün kötülükleriyle” filan ilgili olmadığıdır. Çünkü söz konusu kısıtlamalar ve yapılan zamlar “makul” görünümünü çoktan geride bıraktı. Yani trafikte alkollü araç kullanmanın yasak olması gibi “olağan” karşılanabilecek bir denetçilik değil söz konusu olan. Giyime kuşama, eğlenceye yaşama, işte bu zamlar ve kısıtlamalarla sofraya da müdahale eden yobaz bir refleksin “folklorik tahakkümüdür” bu. Ve göz önüne alınması gereken çok önemli çıktıları vardır:

Birincisi, devletin içki-sigara-müzik eksenli yürüttüğü aşırı denetçiliğin özel olarak belirli alanlara yönelmesi. Bu sayede İstanbul’da Beyoğlu ya da Ankara’da Sakarya gibi merkezlerin dokusunun değiştirilmesi -ki dikkat edin bu “doku” TEKEL direnişi ile Gezi İsyanı gibi kalkışmalarda çok önemli rol oynadı- ve iktidara ayak direyen bizim gibi “müflislerin” buralardan uzaklaştırılması. Bu nedenle denetlemeler bilhassa buralarda akıllara zarar bir hal alıyor. Öyle ki bugün gelinen noktada kimi polisler bile sürekli denetçilik yapmaktan, SGK, Maliye, Sağlık Bakanlığı müfettişlerinin ya da zabıtanın işini yapmaktan bezmiş durumda. Haliyle pek çok işletmeci de kepenk kapatarak kentlerin daha “steril” alanlarına taşınıyor.

İkincisi hem artan fiyatlar hem de bu alan kaybına bağlı olarak içki kültürüne “üst sınıf” bir görüntü verilmesi. Böylelikle alkollü içecek kullanımı “lüks” kategorisine yerleştirilmek ve emekçi sınıfın yaşamıyla ilişkisiz hale getirilmek isteniyor. İktidar, Türkiye’de proletaryanın “kendiliğinden” muhafazakâr olduğu varsayımını böyle bir kuşatıcılıkla perçinlemeye çalışırken, bir taraftan da alkollü içki satın alan alt sınıf birinin ayıplanmasına varabilecek kültürel bir denklemi de dayatmaya çalışıyor.

***

İşin aslı, İslam dinini sonradan kabul eden tüm kültürlerde olduğu gibi “Türkiye kültüründe” de alkollü içkiye dair -örneğin kirli/temiz algısını ya da yenilebilir olanı tanımlar düzeyde- hakiki bir antropolojik tabu yok! Aksine, dini bahane eden iktidar odakları ve dinci hizipler eliyle yer yer ortaya çıkarılan dogmatik ve yukarıdan bir yasakçılık “bu kültürle” çelişip duruyor. Haliyle bugün için bu kısıtlamalar ve zamlar nedeniyle insanlar evde içki üretmeye başlamış, ihtiyatlı bir sebatla tahakkümün sona ereceği günü bekliyor olabilir. Ancak kuşkunuz olmasın ki bu yasakçı mantığın artış gösterecek olan müstakbel bir kalıcılığında aynı insanların çok daha farklı ve şiddetli refleksler göstermesi muhtemel.