Bir zamanlar yeryüzü sofralarında birlikte hazırladığımız yiyecekleri hep birlikte paylaşırken, şimdi dört duvar arasındaki masalarda yalnızlığımızı tüketiyoruz. Dışarıda ise yaratıcı ateşler, cemreler düşüyor birer birer; önce havaya, sonra suya ve toprağa. Bahar geliyor! Yüzeyleri yokluyoruz ellerimizle; bir çatlak olmalı, arayışımız sürüyor. Gözlerimiz bir işe yaramıyor, ortam zifiri karanlık. Bastığımız zeminden bile emin değiliz, ayağımız her […]

İnsanın eski bir muamması

Bir zamanlar yeryüzü sofralarında birlikte hazırladığımız yiyecekleri hep birlikte paylaşırken, şimdi dört duvar arasındaki masalarda yalnızlığımızı tüketiyoruz. Dışarıda ise yaratıcı ateşler, cemreler düşüyor birer birer; önce havaya, sonra suya ve toprağa. Bahar geliyor!

Yüzeyleri yokluyoruz ellerimizle; bir çatlak olmalı, arayışımız sürüyor. Gözlerimiz bir işe yaramıyor, ortam zifiri karanlık. Bastığımız zeminden bile emin değiliz, ayağımız her an takılabilir, çukura düşebiliriz. Ellerimizi kullanmaktan başka çare yok. Yüzeylere dokuna dokuna, yoklaya yoklaya ilerliyoruz. Tenimiz duyarlı. Gözler yanılttı bizi, sonunda ellerimize güvenmeyi öğrendik.

ÇATLAKTAN HAYAT FIŞKIRACAK

Bazen karanlığın içinde bir ışık parlıyor ve hep birlikte oraya yönelenler çıkıyor, gösteriyi kaçırmak istemeyenler; sırf alışkanlık. Her ışık yandığında umutlanıyorlar, ama biliyoruz ki ışığın altında yeni bir şey yok; sadece gösteri. Karanlığa alışalım diye tüm bu gösteriler. İzleyenler, gösterilenlere inanıyor ama görmüyorlar. Gördükleri, inanmak istedikleridir, umudun ışığı kör etmiş gözlerini. Sonra ışık sönüyor ve yine zifiri karanlık. Ve ışığın tekrar yanmasını beklemeye koyulanlar, arayışı terk ediyor, tenleri körleşmiş. Umut, ışığın tekrar yanmasını beklemektir, daha önce yandı, yine yanacak; sırf alışkanlık. Ama ışığın bir yanılsama, bir illüzyon olduğunu bilenler, tensel arayışlarını sürdürüyorlar hâlâ; karanlık yüzeyleri yoklaya yoklaya ilerliyoruz. Özgürlük ışık gösterisinden değil, karanlık çatlaklardan gelecek ve ellerimizle büyüteceğiz çatlakları, çatlaklardan hayat fışkıracak.

Kavramlar çıkarıyorlar önümüze bazen, hazır yapım kavramlar. Ve kavramların içine girenler oluyor, yaşadıklarının anlamını bulmak için. Kavramların içinde kayboluyorlar ve yollarımız ayrılıyor. Biz, hâlâ karanlıktayız ve bıkmadan usanmadan tensel arayışımız sürüyor. Bir çatlak olmalı mutlaka, yeryüzüne açılan. Yeryüzünün sularına, havasına, toprağına ve ateşine. Çatlaktan ateş fışkırabilir, yeryüzünün ateşi; yıkıcı ve yaratıcı ateş. Mevcut formların yıkıldığı, yeni formların yüzeye çıktığı o müthiş an. Ve ateşten doğan zümrüdüanka kuşları. Korkanlar oluyor, kavramlara ve ışıklara sığınanlar. Işık, ateşin simülasyonudur, kavram ise bir anlığına aydınlatılmış bir nesne, aydınlanma yanılsaması. Ama nesne durduğu yerde durmuyor, hareket ediyor ve nesne kavramını çoktan terk etti bile. Kavramlar, yılanın terk ettiği kuru ve ölü kabuklar. Ve hazır buldukları ölü kabuklarla yaşadıklarını anlamlandıranlar çıkıyor; bir süre sonra gözleri karanlığa alışıyor ve yeryüzünü aramaktan vaz geçiyorlar. Tenleri körleşmiştir.

Ellerinizi en son ne zaman kullandınız? Belki mutfakta, masanızı hazırlarken. Peki hayatınızı, hayatımızı aynı özenle hazırlamak varken, neden konserve, ölü kavramlarla donatıyoruz karanlığımızı? İktidar ateşler düşürüyor ocaklarımıza, yıkıcı ateşler; sofralarımızdan canlar eksiliyor. Bir zamanlar yeryüzü sofralarında birlikte hazırladığımız yiyecekleri hep birlikte paylaşırken, şimdi dört duvar arasındaki masalarda yalnızlığımızı tüketiyoruz. Dışarıda ise yaratıcı ateşler, cemreler düşüyor birer birer; önce havaya, sonra suya ve toprağa. Bahar geliyor! Hayat yeni formlar doğuracak, yeni formlar için yeni kavramlar yaratmalı. Çatlağı mutlaka bulmalıyız, yeryüzüne açılan. Arayışımız sürüyor.

ATEŞLERLE KORKUTULUYORUZ

Dört duvar arasındayız, ortam zifiri karanlık. Yeryüzünün yaratıcı ateşleri ulaşmıyor bize. Yeryüzünün yaratıcı ateşini değil, iktidarın yıkıcı ateşlerini tanıyoruz sadece ve ateşlerle korkutuluyoruz. Korkutuldukça simülasyonlara, ekran ışıklarına sığındık, umutlanıyoruz. Ölü kabuklardan medet umuyoruz, ölü kabuklarla ölüleri aydınlatabilirsiniz ancak. Aydınlanan lahitlerinizdir. Aydınlanmış lahitlerde ölümde kalmayı yaşamak sanmak. Ateşler düşüyor evrene; havaya, suya ve toprağa. Hâlâ soluyabildiğinize göre havasınız. Bedeninizin yüzde yetmişi su ve dediklerine göre topraktan yaratılmışsınız. Doğru, maddeden yaratmıştık kendimizi ve yeryüzünün ateşlerinde pişirdik; yeni formlar yaratabilmenin kudreti. Dışarıda hayat fışkırırken nasıl oluyor da insan, lahitin karanlığında ölümde kalmayı becerebiliyor? İnsanın eski bir muamması!