Gerçek ortadan kaybolunca imgeleri dolaşıma giriyor. Mona Lisa 1911’de çalınmış, Louvre Müzesi’ndeki yeri uzun süre boş kalmıştı. Fakat birden imgeleri pıtrak gibi çoğaldı, artık Mona Lisa her yerdeydi, çikolata kutuları üzerinde, haber filmlerinde, panolarda. Benzer bir olay asırlar önce yeryüzünün de başına gelmişti. Fakat bu kez gerçek, yani hayat çalınamayacak denli yüce bir şeydi, üstelik içine gömülüydük. Onun yerine üzeri imgelerle örtüldü ve giderek görünmez hale geldi. Bilirsiniz, yeryüzünün gerçeği tahammülü zorlayacak denli baş belası olaylar silsilesidir. Gerçek, ancak imgeler aracılığıyla katlanılabilir hale getirilir. Ve gerçeğin imgeleriyle evrenler, kültürler inşa edildi. İktidarlar kendi çıkarları doğrultusunda imgelere şekil verdikçe, imgelerin imgeleri üretildikçe sonunda gerçeğin esamesi okunmaz oldu. Gerçeğin tamamen ortadan kaybolduğu “post-truth” olarak adlandırılan çağ, düşünüldüğünün aksine yeni değildir; tarihi, imge üretim tarihiyle örtüşmektedir. Bugün, daha önce hiç olmadığı kadar başarıyla manipüle edilmiş görsel ve dilsel imgelerin içine gömülü halde yaşıyor ve imgesel hayatlar sürüyoruz. Lakin Lacan’ın dediği gibi, gerçek “daima aynı yere geri döner.” Mona Lisa da Louvre’daki yerine geri dönmüştü. Fakat yeryüzünün gerçeği her geri döndüğünde bize çok pahalıya patlıyor, felaketlerde telef oluyoruz.

***

İmgeler hayatı değil, ölümü hatırlatır: “Ama ben hiç böyle mahzun olmadım; /Ölümü hatırlatan ne var bu resimde? /Oysa hayattayız hepimiz.” (M. Cevdet Anday). Hayat, ele avuca sığmayan, ele geçirilemeyen kaygan bir şey; kavradığınızı düşünürsünüz, oysa o şeklini çoktan değiştirmiştir: “Gerçeği söylemek zordur çünkü, aslında, tek bir gerçek vardır ama bu gerçek canlıdır; bu nedenle de çehresi bir canlınınki gibi durmadan değişir.” (Franz Kafka) Hayat ancak ölü ele geçirilebilirdi. İmgeler, ölü ele geçirilmiş gerçektir, Mısır’da mumyaların baş kısmına yerleştirilen portreler gibi. Fotoğraflar en çok mumyalara ya da mezar taşlarına yakışır. Akıp gitmekte olan, kıpır kıpır bir hayattan kesip çıkarılan her imge, yaşayanı zamanın ve mekânın dışına çıkarıyor, tıpkı biyopsi işleminde kullanılmak üzere canlı bedenden alınan ölü doku parçaları gibi. Öznenin gelip geçici hayat karşısındaki tutumu paradoksaldır; bir taraftan yaşamayı, öte yandan kalıcı olmayı arzulamaktadır. Özne hayatı değil de kalıcılığı arzuladığında, hayat hain olarak ilan edilir, zira hayatın gerçeği özneyi sabitlendiği konumdan edebilir ve her hain gibi gerçek de ölü ele geçirilmelidir.

Artık imgeler sayesinde hayatın gerçeğiyle doğrudan karşılaşmıyoruz. Aksi halde hayat bize dokunabilir, dengemiz bozulabilir, yeni bir denge durumuna geçmek zorunda kalabilirdik. Oysa imgeler evreninde her şey dengedir. Hele dijital imgelerle inşa edilmiş evrenlerde dengeniz asla bozulmaz, bedensizsinizdir çünkü. Yeryüzü gerçeğine asla bulaşmayan, dengesi bozulmayan imgesel hayatların sanal gerçekliği, yeryüzünün aktüel gerçekliği tarafından her yıkıldığında korkunç acılar yaşanır, ortalığı feryat edenlerin sesleri kaplar. Yıkılan, imge perdesidir ve yeryüzüyle her doğrudan karşılaşma bir travma olarak yaşanır. Lacan’a göre imge perdesi, yeryüzü ile özne arasında yer alan, gerçeğin özneyi yerinden edebilecek yabani bakışını etkisizleştirerek öznenin dengesini koruyan bir perdedir. Perde aracılığıyla nesnesini soyutlama fırsatı yakalayan özne, gerçekliği imge perdesi üzerinde ölü imgelere dönüştürür. Ve özne, ölü ele geçirdiği imgelerden kendine bir evren kurar. Fakat Karagöz ‘de olduğu gibi, oyunun sonunda gerçek geri döner ve perde yıkılır.

***

Gerçek, Karagöz’ün son sahnede Hacivat’a attığı tokattır. Tokadı yiyen Hacivat, “yıktın perdeyi eyledin viran, varayım sahibine haber vereyim heman” dedikten sonra ışık söner, perde kararır. Oyun her sona erdiğinde tokadın gerçekliğini kabullenmek yerine, Hacivat’ın sözünü dinleyip hemen sahibimize koşuyoruz. Sahibimiz bizim için, kim bilir kaçıncı kez izlediğimiz, başı sonu belli olan gölge oyununu yeniden sahneye koyuyor ve her seferinde oyuna yeniden kendimizi kaptırıyoruz. Ve her seferinde gerçeğin tokadıyla imge perdesi yıkılıyor ve enkazın altında kalan biz oluyoruz. Anlaşılan gerçeği değil, gerçek-sonrasını seviyoruz.