Yokuz aslında. Kâğıt üzerinde varız; resmi kayıtlarda, kimlik kartlarında numara ve biyometri olarak. Ama geçen hafta, sağ olsun kulüp yetkilileri, bu ontolojik sorunu çözmek için kampanya başlattılar ve karton maketlerimiz tribünlere yerleştirilince sonunda kamusal mekânda görünür olduk. Üstelik kartonun kalınlığından dolayı boyutumuz arttı, derinleştik, üçüncü boyuta geçtik. Ama hâlâ zaman denilen dördüncü boyutumuz eksik. Tabii, her şey birden olmuyor, zamanla o da olur inşallah. Şimdilik zaman boyutumuz olmadığı için bizleri taşıyıp diledikleri yere yerleştirdiklerinde öylece kalabilme yeteneğimiz var. Buna yetenek mi demek gerek, bilemedim. Çünkü yeryüzünün canlılarında böyle bir yetenek yok; bir tek bizde var. Onlar etkileyen ve etkilenen bedenler olarak yaşadıkları ortamın uyaranlarına tepki verebiliyorlar. Bitkiler bile durdurdukları yerde duramıyor. “Ama kimi hayvanlarda hibernasyon var”, diyeceksiniz, ayılarda da görülen kış uykusu. Kaç mevsim geçti, hâlâ uyanamadık; uyanacağımız da yok. Buna kış uykusu değil, üzerine ölü toprağı serpilmiş denir. Ölü taklidi yapa yapa sonunda yaşamayı unuttuk.

Karton maketlerin üzerindeki fotoğraflarda yaşıyoruz şimdi. “Ölümü hatırlatan ne var bu resimde? Oysa hayattayız hepimiz” (M.C. Anday). Tuhaf gerçekten, görünüşe bakılırsa hayattayız, ama fotoğraflarda hiç olmadığı kadar net çıkıyoruz. Victoria döneminde ölüler fotoğraflarda, birlikte poz verdikleri canlılardan çok daha net çıkıyorlardı. 19’uncu yüzyıl İngiltere’sinde, yakınlarını kaybeden aileler, ölen yakınlarıyla birlikte uzun pozlama süresi gerektiren kameraların önünde poz veriyorlardı. Poz vermeyi en iyi becerenler ölülerdi tabii ve fotoğraflarda en net çıkanlar da onlar. En iyi taraftar, en iyi resim veren taraftardır; kımıldamadan öylece duran, sesini çıkarmayan. Seyirci dediğin, yerini bilmeli. Yoksa tribünlere oynayan iktidar, bu kadar rahat oynayabilir mi? Bir de karton taraftar çok kullanışlı; sınıflandırması, istiflemesi, taşıması kolay. Araçlara yükleyip toplantı yapacağınız alanlara kolaylıkla yerleştirebilirsiniz. Pandemi yerini pan-despotik koşullara bırakınca zaten canlısına da gerek kalmadı.

Galiba en iyi becerdiğimiz şey, poz vermek. Sosyal medyanın yassı, iki boyutlu yüzeyine tutunma, bu yüzeyde var olabilme çabalarından biliyorum. Ekranlardan hayata taşıyor; estetize edilmiş ölü nesneler olarak poz veriyoruz durmadan. Oysa biz bu dünyaya özneler olarak gelmiştik ya da en azından bize öyle söylemişlerdi: “Dünyaya nesnelerin dilinden anlamak, onların özünde yatan anlamı çözmek kaygısıyla ve hayatın sırrına ulaşmak arzusuyla dopdolu bir özne olarak geldim ve talihsizliğe bakın ki, keşfede ede, öteki nesneler arasında bir nesne olduğumu keşfettim sonunda” (Fanon, Siyah Deri Beyaz Maskeler, Sosyalist Yayınları). Bir siyah olarak Fanon’un beyazların dünyasında kendini bir nesne olarak keşfetmesi, ikili karşıtlıklar dünyasında bizlerin de sürekli keşfettiği bir şeydir.

Etkin olanın kendini gerçekleştirmek için mutlaka edilgin olanın nesne-varlığına ihtiyaç duyduğu, etkin olanın edilgin olanı biçimlendirdiği ikili karşıtlıklar dünyasında, kendinizi her zaman bir başkasının anlam ağlarında asılı kalmış ölü bir nesne olarak bulabilirsiniz. Çünkü evrensel anlatı, ikili karşıtlığa dayanıyor. Ve bu anlam dünyasının hiyerarşik düzeninde, mutlaka birilerini alta yerleştirmek ve alttakilerin üstüne basa basa yükselmek gerek. Haliyle alttakiler de, üstte olanlara boyun eğerek daha üstün bir bütüne tabi olmak istiyor. Aynı zamanda bu, genelgeçer düşünme biçimi: tikel olandan genele doğru ilerlemek. Böyle bir düzende her tikelin, geneli temsil eden despota boyun eğmesi bekleniyor. Bilinç dediğimiz tam da bu işte: “Bilinç, ancak bir bütün kendini daha üstün bir bütüne tabi kılmak istediğinde ortaya çıkar... Bilinç, bizim uzantısı olabileceğimiz varlığa bağlı olarak doğar, bizi bu varlığa dâhil eden araçtır” (Nietzsche). Dünyaya nesnelerin dilinden anlamak, hayatın sırrına ermek için gelmiş bilinçli öznenin sonunda kendini kartondan ölü bir nesne olarak bulması, özne-nesne karşıtlığına dayalı bir dünyada kaçınılmazdır. Bu daha bir şey değil, başımıza kim bilir neler gelecek?