Yerel seçimlerde RTE-AKP-MHP “yapısının” açık ve kesin olarak yenilmesi azımsanacak bir sonuç değil. Önce kimin kazandığını değil, kimin kaybettiğini fark etmek gerekli. Cumhur İttifakı kazansaydı Türkiye’yi 2023 yılına kadar seçimin adının bile anılmadığı otoriter, baskıcı bir iktidar dönemi ve bir tür “iç karışıklık hali” bekliyor olabilecekti. Dahası, bu tarihte yapılsa bile seçimin demokratik bir seçim […]

Yerel seçimlerde RTE-AKP-MHP “yapısının” açık ve kesin olarak yenilmesi azımsanacak bir sonuç değil. Önce kimin kazandığını değil, kimin kaybettiğini fark etmek gerekli. Cumhur İttifakı kazansaydı Türkiye’yi 2023 yılına kadar seçimin adının bile anılmadığı otoriter, baskıcı bir iktidar dönemi ve bir tür “iç karışıklık hali” bekliyor olabilecekti. Dahası, bu tarihte yapılsa bile seçimin demokratik bir seçim olma olasılığı kalmayabilecekti. Yerel seçim, Erdoğan’ın kendi eliyle Cumhuriyet parantezini kapatacağı, tabuta çakılan son çivi, işlevi görebilecekti.

Oysa şimdi siyasal İslam’ı paranteze alma ve yeniden demokratik bir cumhuriyet inşa projesine dönme imkanı belirdi.

Her zaman olduğu gibi zaferin mimarı çok. “Ben” kazandırdım sesleri “Biz” kazandık coşkusunun önüne geçmiş durumda. Bir yanıyla anlaşılır bir hal bu sesler ama aynı zamanda seçimi kazananın da anonim “ben” olduğunun da kanıtı.

Demem o ki seçimi “birey” kazandı; hakkını isteyen ve sorumluluklarını yerine getirdiğinde kendisine “hizmet” edilmesini talep eden birey.

Devletine hizmet etmeyi ibadet gören ve karşılığında devletinin onu koruyup kollamasını, eğitmesini, sağlığını gözetmesini bekleyen vatandaşın yerini iş, eğitim, sağlık ve barınmasının kendi sorumluluğunda olduğunu içselleştirmiş, parası varsa yaşayabileceğini ve istediği gibi yaşayabileceğini düşünen birey alıyor.

Resmi olmasa da “Türk Ordusu” savaşırken, askerlik kanunu çıkar çıkmaz askerlikten yırtma sevinciyle Gökçeada feribotundan koşarak inen erler, bütün zorlama ve teşviklere rağmen çocuklarını imam hatiplere göndermeyen aileler iki örnek.

Paradoks gibi görünse de 17 yıllık “ümmetçi” iktidar, vatanına, milletine, devletine sadık “kul”dan devletle kendisini özdeşleştirmeyen, kendisini devlete göre tanımlamayan ve devletle arasına mesafe koyan (batılı) “kapitalist birey”i istemese de inşa etti.

Bir kez daha “yeni” üzerinde “en eskinin” giysileriyle geldi.

Bana göre AKP başarısının temel sloganı, “Biz millete efendi olmaya değil, hizmetkar olmaya geldik” idi. Trajik bir şekilde 31 Mart öncesinde RTE, Malatya’ da yaptığı konuşmada “dili sürçerek” tam tersini söyleyiverdi; “Hizmetkar olmaya değil efendi olmaya geldik”. Hiç bir dil sürçmesi basit ya da anlamsız değildir.

RTE, üzerinde tüm o en eskinin giysileriyle, dinciliği, tarikatçılığı, sadakacılığı olmasına karşın topluma, hizmet bekleyen devletten bireye hizmet eden devleti vaat etmişti. Liberalleri kullanışlı aptallara dönüştüren de bu vaadin büyüsü olmuştu.

RTE’yi (AKP’yi) toplumun gözünden düşüren de vaadinin tam tersini adım adım inşa ederek, efendi olmaya öykünmesi oldu.

Şimdi 1980 Darbesi’yle başlayan dönüşümün tamamlanma aşamalarından birindeyiz. Artık askerlik vatan borcu değil, parası olanın bedelini ödeyerek parası olmayanı gönderdiği bir “işe” dönüştü. Eğitim ve sağlık, devletin kamu hizmeti olmaktan çıktı ve parası olanın satın alabildiği bir “meta” oldu. Yollar, köprüler hep ücretli ve kaçınılmaz olarak da hizmeti parasıyla satın alan birey aldığı hizmetin kalitesini ve verimliliğini sorguluyor. Liyakat tartışmalarını bir de bu açıdan değerlendirin. Madem paramı istiyorsun ben de senden kaliteli hizmet beklerim de demek, liyakat.

Mikro birey düzeyindeki bu değişimin makro siyaset alanındaki yansıması da sermayenin seküler ama dindar, sağ bir siyasal örgütlenmeyi tahkim etmeye soyunması. AKP’yi ortadan kaldırırken, az sağ, daha sağ gibi ikili bir siyasal yapı kurmaya girişmesi.

Bu dönüşüm krizinin olanakları sol siyaseti daha da acil bir görev haline getirdi. Ben’leri solcu “biz” e çağırma zamanı geldi.