Muhafazakâr sağ; dincilik, milliyetçilik, cinsiyetçilikle kuşattığı topluma yeni bir rejim dayattı. Anayasa değişti, “yeni Türkiye” tanımlandı. Asırlardır sürdürülen kimlik siyasetiyle yaratılan kutuplaşma, şiddeti teşvik ediyor hatta cezasızlık politikalarıyla yasallaştırıyor. Farklılıkları reddeden, nefret kültürüyle şekillenen kimlik siyaseti büyük bir kakafoniye dönüşmüş durumda. Siyasal iktidar tanımladığı yerli ve milli kimliğin dışında hiçbir unsura yaşam alanı tanımamaya kararlı. Öyle ki yürütülen kimlik siyaseti tüm sınıfları, cinsleri, duyguları, renkleri yok sayıyor. Yaşadığımız tüm sorunların çözümünün önünde iri ve çürümüş bir hayvan leşi gibi yatıyor. Sağ iktidarların, siyasal İslâmcıların, gericilerin, yobazların, kapitalizmin en güçlü silahı olan kimlik siyaseti, değişimin önünde en büyük engel.

Tüm gerçek ve yakıcı sorunların dışında yürütülen ideolojik tartışmayla sınıf mücadelesi, yaşam mücadelesi, birey olarak var olma mücadelesi eriyor. Gündem hep suni. Türkiye de kimlik siyasetinin karşıtlığına soyunan “bütünlükçü“ anlayış; ezilen, ayrıştırılan, hakkı yenen kesimlerin hakkını aramak, savunmak yerine bunları dile getirmekten kaçınıyor. Kâğıt üzerinde süslü cümlelerden öteye gitmeyen ‘kimlik siyaseti yapmama’ tercihi, ezilenlerin sorunlarını yok saymaya dönüşüyor. Demokrasinin olmadığı bir ülkede herkesin eşit olduğunu söyleyerek tüm kimliklerden kurtulmak isteyenlere kaldıraç olan liberalizm vicdan temizliyor. Yozlaştırılmış, bilimden, sanattan koparılmış vasatların kafa karışıklığı siyaseti kirletiyor, çözümsüzlüğü düzen haline getiriyor. Filler ve çimenler döngüsünde; yaşayan tüm renkler bir bir soluyor, sonunda siliniyor. Bu suni gündem içinde sistemin egemenleri ceplerini doldurmaya devam ediyor.

Kimlikleri hedef alınanların sesi olmaktan kaçınarak çözüm üretilemeyeceği gibi dönüştürülen rejimin karşısına yeniden sahici bir demokratik düzen de koyulamaz. Kısaca eşitlik uğruna gerçekliği olmayan özgürlükler tanımlayıp, bunlara alkış tutmak gericiliğin ta kendisi aslında. Muhalefeti, itiraz edenleri, özgürlük mücadelesi verenleri, hak arayanları güçsüzleştiren işlevsiz bir demokratlığa hiç ihtiyacımız yok.

Ülke gündeminden son tartışmalara bakalım. A Milli Kadın Voleybol takımımız zafer kazanmış. Kimsenin “milli başarı” umurunda değil. Her konuda fikir sahibi olan ve AKP iktidarının iç sesi bir akademisyen(!) tarafından, cinsiyetçi bir açıklama yapılıyor. “İslâmın kızı! Sen oyun alanlarının değil, imânın, iffetin, ahlakın, hayânın, edebin sultanısın. Sen ‘burnunu göstermekten utanan’ anaların evladısın. Ekranlara ve sakallı ağabeylerinin popüler kültürün kurbanlarına ‘sultan’ demesine aldanmayasın! Umudumuz da, duamız da sensin.” Sporcuların kıyafeti, iffeti açıkça hedefte. Diğer tarafta da başka bir tartışma kabarıyor hemen. Nasıl olur da “filenin sultanları” gibi cinsiyetçi bir tanım kullanılabilir?! Bu tanımla erkek egemen kafanın, kadınları sultan imgesine hapsedişine itiraz ediliyor. Bu tanımı hiç beğenmediğimi hemen söyleyeyim, mamafih her söylemde cinsiyetimizin, kimliğimizin hedef alındığını düşünmek de az önce değindiğim tuzakla bir. İletişim kampanyası için kadın voleybol takımına filenin kadınları, filenin hatunları, kızları da denebilirdi elbet. Belli ki bir slogana ihtiyaç var. “12 dev adam” gibi. Kimse erkeklerin adamlığını tartışmaz. Doğal olan kadınlığı kelimelerden korkmadan taşımak değil mi? Kadın demeyi cinsiyetçi bularak siyasal İslâmın ürettiği bayan kelimesi temel bir dil bilgisi yanlışı da olarak artık herkesin diline pelesenk olmuş durumdayken hayatımızı hedef alan siyasal İslâmcı bakış karşısında tartışmayı buradan kurmayı yersiz ve tuhaf buldum ben.

Kimlik siyaseti tuzağına bir başka iyi örnek, demokrat tutumuyla farklı kesimlerden beğeni toplayan Ali Aktaş’ın açıklamaları. “Sol seküler muhalefetin dindar sosyolojiyi anlamak, düşünce dünyasını tanımak, değerlerini bilmek ve duygudaşlık kurmak gibi bir tasası” olmadığından yakınıyor Aktaş. Cinsiyetçi, İslâmcı anlayış açıkça en başta kadınları hedef alıp yaşamlarına kast ederken; siyasal İslâmın beğenmediği inancı, yaşam tercihini tahrik olma sebebi görerek eyleme geçtiği ve cezasızlıkla korunduğu bir düzende en önce solu hedef almak nasıl bir ihtiyaç, neye hizmet eder? Ali Aktaş soruyor: “Dindar ve muhafazakâr sosyoloji kendini nasıl güvende hissedecek?” Önüne gelene terörist, ajan, vatan haini denirken birilerine de “siyasal İslâmcı” denmesinin çağın en büyük ayrımcılığı algısıyla gündeme taşınmasını, oldukça yüksek tansiyonlu kelimeler seçilerek yürütülen siyasal İslâm savunusunu anlamak güç. Sanırım en önce ‘dindar ve muhafazakâr sosyolojinin’ farklı kimliklerin kendilerini güvende hissedeceği bir düzen için adım atması yaşanan türlü dayatmalarla, insanlık suçlarıyla falan yüzleşmesi gerekecektir.

Sıklıkla söylendiği gibi coğrafya kader mi? Yaşadığımız coğrafyada İslâmın seküler ve demokratik düzeni hedef alarak birçok ülkeyi geriye götürüşüne tanıklık ediyoruz. İzdüşümünü yaşayarak! Elbette bu ülkelerin tümünün kendi tarihsel ve sosyokültürel gerçeklikleri var. Ancak ortak özellik özgürlüklerin, yaşam hakkının, tercihlerin kısıtlandığı bu rejimlerin adı değişerek kimi zaman İhvan, kimi zaman Taliban ya da Müslüman Kardeşler eliyle siyasal İslâm dayatması sonucunda ülkelerini uçuruma, açlığa, çöküşe sürükleyişi. Tamamında mafyanın iktidarla eş gücü, hukukun önünde rejimin etkisi, yolsuzluk, adaletsizlik, yoksulluk…

Tüm olup biten bana Ölümcül Kimlikler’i yeniden okuma isteği verdi. Amin Maalouf, şöyle diyordu:

“Zaman ilerledikçe sözde ‘laik’ diktatörler dinci fanatizmin fidanlığı gibi görünmeye başladılar. Demokrasinin olmadığı bir laiklik, hem demokrasi hem laiklik için bir felakettir”

“…Ben artık dine yer olmayan bir dünya hayal etmiyorum; ama maneviyat ihtiyacının aidiyet ihtiyacından ayrıldığı bir dünya hayal ediyorum. İnsanın inançlara, bir külte, muhtemelen kutsal bir kitaptan esinlenen manevi değerlere bağlı kalırken, artık din kardeşleri ordusuna yazılma ihtiyacını hissetmeyeceği bir dünya.”