Konya’da belediyenin barınağında işlenen köpek cinayeti görüntüsü çoğu insanı dehşete düşürdü. Katil zanlısı, diğer köpeklerin ve insanların tanıklığında kürekle vuruyor köpeğe. Sosyal medya “infialiyle” tutuklanan ve ardından serbest kalan zanlı, ifadesinde “bana saldırdığı için vurdum, zaten ölmedi” diye savunmuş kendisini.


Kitlesel köpek katliamı Türkiye için yeni bir durum değil. 1910’da İstanbul’da 80 bine yakın köpeğin Hayırsız adaya aç susuz bırakılarak birbirlerini öldürmeleri en bilineni. Kıymetli “Anadolu irfanı” kırsal alanda ihtiyaçtan fazla köpekleri daha yavruyken öldürür. Bırak sevmeyi köpeğe dokunmayı günah sayan, köpek olan eve girmeyen Şafi mezhebi var, Türkiye Müslümanlarının %12 sini oluşturduğu hesaplanan. Kedilerin varlık nedeninin de asıl olarak fare önlemi olduğu bilinir. Sadece sevgi için köpek bakma geleneğimiz oldukça yeni sayılır. Hatta seksenlere kadar, “kucağında finosu ile şuh kahkahalar atan sosyetik kadın” olumsuz imgesiyle sınırlıydı bile diyebiliriz.

Bu kısa ve yüzeysel tarihe karşın son dönemdeki “köpek meselesi” köpeklerden öte bir toplumsal ruh halinin sembolü gibi görünüyor. Olağandışı politik dönemlerde toplumun içinde bulunduğu koşullarla bağlantılı ortak ruhsal tutum, davranışlar geliştirdiğini biliyoruz. Kıbrıslı psikanalist Vamık Volkan, Türk azınlığa baskının arttığı dönemde Kıbrıs Türkleri arasında güvercin besleme alışkanlığının hızla yayılmasından söz etmişti.

***

Türkiye, neredeyse elli yıldır bir şiddet sarmalında. 1971 Askeri muhtırası, 12 Eylül Darbesi ve 1984 yılında başlayan PKK şiddeti, 1991 ve 2003 Irak işgalleri, ve 2011 de başlayan Suriye iç savaşı birbirine eklemlenerek sürüyor.

Bu elli yılı geçen şiddet tarihinde devleti yönetenlerin “iktidarı üretme, sürdürme, koruma ve rıza sağlama” için kullandığı tek araç da sadece şiddet oldu. Türkiye ve yakın coğrafyasında kafasına kürekle vurulan köpek görüntüsünden çok daha dehşet verici insan öldürmelerine tanık olduk.
İnsan eliyle insana yönelik, devletten bireye, bireyden devlete ve bireyden bireye yönelik şiddet neredeyse tek iletişim yöntemi haline geldi. Şiddet, diğer tüm dilleri yok eden bir güce sahip oldu. Biraz kaba bir genelleme yaparsak 2. Dünya Savaşı sonrasından 1980’lere kadar olan devrimci şiddet ile 1980 sonrası devrimci şiddet adı verilen eylemler arasında da önemli bir fark olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik Türkiye’ye de özgü olmayan bir fark. 80 öncesi devrimci şiddet bir politik amaç için kullanılan araç niteliğindeyken, son kırk yıldır giderek artan oranda şiddetin kendisi bizatihi amaç haline dönüyor gibi.

Bir amaç için şiddet yerine şiddet amacıyla şiddet uygulamak! Kongo’da özellikle tuhaf, çok renkli giysiler giyen, bedenlerini kendi gruplarının sembolleriyle boyayan ve sadece şiddet için şiddet uygulayan gençlik çeteleri olduğu biliniyor.

***

Ben, “köpek sorununun” tüm taraflarının köpek sorunu sembolü üzerinden bir şiddet ayrışmasına kapıldıklarını düşünüyorum. Bakılıp beslenilen, iyi koşullarda yaşatılan “cins köpekler”, bu amaçla alınıp kısa sürede sıkılıp ya da yaz tatili bitince sokağa atılanlar, sokakta aşısız ve kontrolsüz hızla üreyerek çoğalan, melezleştikçe tek tipleşen sokak köpekleri, kelimenin gerçek anlamıyla “vahşice” amaçsızca şiddet uygulanan köpekler, barınaklara toplanarak ölüme terk edilenler, ormana atılanlar, bir belediye bölgesinden alınıp diğer belediye bölgesine sürülenler.

Konya cinayeti sonrası barınağa protestoya gelip köpekleri kurtaranların fotoğrafları da çok anlamlıydı. Evet, tabii ki onların da kurtarılmış olmaları çok önemli ama hayvan severlerin kucaklarında poz verdikleri hep “cins” köpeklerdi! Köpek cinayetlerini protesto için sosyal medyada evcil hayvanlarıyla fotoğraf paylaşma kampanyaları da ilginçti. Birbirinden cins, bakımlı, sevimli kediler, köpeklerle dolup taştı sosyal medya.

Sanki cins ve iyi köpekler, melezleşip, sokak köpeğine dönüşen “cinssiz” köpekler arasındaki ayrım; barınaklarda itlaf edilmeyi bekleyenler, ormanlara götürülüp zehirlenenler; Avrupa Birliği sınırını kaçak geçenlerin kapatılıp işkence uygulanıp geri püskürtüldüğü göçmen kampları; Akdeniz’ de batırılan göçmen tekneleri, liman açıklarında açlığa susuzluğa terkedilen kaçak gemiler arasında bir benzeşim var gibi.

Ne dersiniz?