Yaşadığımız ülke insanlığımızı sorgulamak için her gün yeni bir malzeme sunuyor bize. İnsan hakları ve demokrasi değerlendirmelerinde dünya ülkeleri arasında her yıl gerileyen bir yerde oluşumuzu geri kalmışlığa, ekonomik koşullara, coğrafyanın kaderine, kötülüğü ve şiddeti daima malzeme olarak gören geçmiş iktidar pratiğimizden sadece kötülüğü öğrenerek benimseyen bu günkü iktidar temsilcilerinin tercihlerine kadar uzun bir nedensellik listesi hazırlayabiliriz. Öyle bir noktadayız ki bu evrensel siyasi ve toplumsal endeksler listesine “dünya Pandora'nın kutusu endeksi” bizim ülkemiz nedeniyle eklense yeri.

Geride bıraktığımız haftayı yaşarken elimde olmadan’ bir güne, bir haftaya ne kadar kötülük haberi daha sığabilir?’ diye düşündüm. Bizim kutuyu her gün yeniden açan Pandora’mız kim?

Kötülük bir dürtü müdür? Kötülüğü oluşturan faktörlerin yaygınlaşması bireyselden çıkarak toplumsallaşan kötülüğe dönüşüyor. Geri kalmışlık ve cehalet kişilerin ‘kendi adaletini arayışına’ zemin oluşturuyor. Karın doyurma, kendini ve en yakınlarını koruma dürtüsü en azından yanı başında olup bitene müdahale etmeme, sessiz kalma, karşı çıkmama refleksiyle kötülüğün yaygınlığına ve kalıcılığına olanak veriyor. Bunu yaparken umarsızlık, sessizlik bile kimi durumda küçük çaplı bir kötülük aslında. Bir de tabi kötülerin düzeninde kötülüğü şehvetle savunanlar var. Bu da kötülüğün öğrenilir oluşuyla yüzleştiriyor bizi.

Sosyal bilimler çağlar boyu kötülüğü anlamaya, tanımlamaya çalışır ve kötülükle başa çıkma yöntemleri arar. Herkesin kalbinin en derininde, dayanma eşiğinin bir noktasında çeşitli dozlarda kötülük bulunduğunu düşünelim. Hangimiz ne zaman ve ne kadar esir alınacağız bu dürtü tarafından? En azından akıl sağlığımızı ya da başka deyişle kendi iyiliğimizi korumak için kötülükle savaşmaktan vaz geçme ihtiyacı da başka bir dürtü olarak benliğimizi ele geçirebilir mi? Hangi aşamada ne zaman? Bundan kaçınmanın yolu ne?

Sokrates’e göre iyilik ve kötülük bilgi ile alakalıdır. İnsanı iyiye götürenin bilgi, kötüye götürenin ise bilgisizlik olduğunu söyler. Bilginin yanına erdemi koyar. İyiyi bilenin zorunlu olarak iyilik eyleminde olacağını düşünür. Kimsenin kötü olduğunu bildiği bir şeyi sırf bunu yapmaya sebebi olduğu için ya da zevk aldığı için yapmayacağına inanır. Bu bakış benim size sıklıkla bahsettiğim, “tahrik olmayı” haklı bulan, tahrik olma halinin cezalandırma eylemine dönüşmesini doğal bularak cezasızlık için sebep gören ve bu gün bizim ülkemizde iktidar olan anlayışın yönetim biçiminin kendi içgüdülerini temel alan bilgi ve “birikimini” buna bağlı olarak da toplumsal etkisini kavrayabilmemiz için açıklayıcı olabilir. Çağlar sonra Kant’ın ortaya attığı “radikal kötülük” üzerine de düşünmeliyiz. Kant insanın doğuştan kötülüğe doğası gereği yatkın olduğunu söyler. Bencilliğin kişinin aklının önüne geçtiği durum olarak tarifler kötülüğü. İyiliği ve kötülüğü insanın iradesine bağlı görür. Bu durumda zaten doğamızda var olan kötülüğün aklımızın önüne geçerek eyleme dönüşmesinin radikal kötülüğü getirdiğini ve cezasız bırakılamayacağını söyler. Özetle insan kötülük dürtüsünden sorumlu tutulamaz ancak onu kontrol etmekle yükümlüdür. O halde bu dürtüleri kendi çıkarları için farklı şekilde ‘kontrol edenler’ hakkında ne düşünmeliyiz? Kötülüğe karşı en çok ihtiyacımız olan şey farkındalık.

Son haftanın uzun zamandır tanık olduğum en büyük kötülüklerle dolu olmasıyla çıktığım bu kötülüğü kavrama yolculuğu benim için yeni değil elbette ama dışarıdan izlemediğim kötülüklerle başa çıkabilme gücümün bu hafta çok ağır bir sınavdan geçtiğini itiraf etmeliyim.

Bir çocuğumuz çok talihsiz kaybıyla sonuçlanan büyük bir acının ardından çocuklarımızı da canlıların yaşam hakkını da koruyacak olan adımlar konusuna gelince iş çetrefilleşiyor. Sokak hayvanlarıyla ilgili sorun/lar en başta onların yaşam koşulları ile ilgili sorumluluk adımları gerektiriyor. Sokak hayvanlarını yok sayan, onları çeşitli nedenlerle (açlık, yaşama ve kendime koruma içgüdüsü, şiddet gibi) saldırganlaştıran faktörleri görmezden gelerek bu alandaki ihtiyacı –hiç- yönetmeyen bir iktidarın hayvanlara değil insanlara bakış açısı ise sürecin esas belirleyicisi. Bu noktada çözüm çocuk masumiyetini ve mağduriyeti kullanarak ajitasyon yaratarak hiç umurunda olmayan başka masumları yok etmek. Sanki ülkenin dört yanında her gün hayvanlar insanlara saldırıyor, önlenemez bir vahşetle parçalıyor ve sanki hayvanlar ağır eziyetler görmüyor gibi davranılıyor. Hemen ardı ardına sokak ortasında kurşunlanan çocuğun, Taksim’de patlayan bombanın haberlerine getirilen yayın yasağıyla boşalan sayfalara haberler bulunuyor. “Vahşi köpekler çocuklara saldırıyor.” “Kuduz vakaları yayılıyor.”Oysa ülkenin insanlara yönelik katliamlarına böyle bir duyarlıkla kitleselleşen bir tepki göremiyoruz. Haber kanalları sus pus oluyor o zaman.

İktidarın kendi taraftar kitlesinin yaşanan acıya karşı en tepeden gelen ‘çözüm için katliam’ talimatı üzerinden harekete geçirildiği bir süreç yaşanıyor. Bu talimatı emir kabul eden yöneticiler yandaşlık ispatının fırsatı olarak can almaya başlıyor. Oysa böyle katliamlar yapmasalar ‘neden yapmadın?’ bile denmeyeceği kuvvetle muhtemel. Büyük bir kakafoniyle‘sokak hayvanları düşmanlığı’ yeni akım olarak servis ediliyor. Öldürülsünler! Uyutulsunlar deyince daha masum olmayan bu çözüm için gelişmiş ülkelerin çok çeşitli sebeplerle çok da tartışılır sokaklarda hayvansızlık politikalarıörnek gösteriliyor. Oysa bugün pek çok Avrupa ülkesinin en büyük sorunlarından biri kentte başa çıkılamayan fare istilaları. Bu sebeple yayılabilen hastalıklar vb. Hem şu meşhur endekslere baktığımızda evinde köpeği olan insan sayısı aklınızı uçurabilir.

Uyutmak değil sahiplendirmek önceliğiyle geliştirilen sosyal politikalar arasında en etkileyici bulduğum bir bütçeyle iki dezavantajlı alana çözüm üreten yaklaşım. Evsiz, düşkün, ya da yoksulluk sınırı altındaki vatandaşların hayvan sahipliği için teşvik edildiği bu modelde amaç iyileştirme. Çoğu psikolojik çöküş de yaşayan bu insanları yaşama bağlamak için onları sadık dostlarla buluşturmak ve tedavilerinin bir parçası haline getirmek. Yaşam sevinci, bir sorumluluk verilmesiyle gelen bağlılık ve var oluş için emek harcayan ve yatırım yapan bir devlet projesi. İnsana inancını hayvanlar aracılığıyla kuvvetlendiren bir bakış açısı. Proje dezavantajlı gruptan kişilere bir sokak hayvanı sahiplendiklerinde her ay 300 Euro civarı bir yardım ödeneği sunuyor. Tabi düzenli kontrol ve aylık bakım denetimiyle hayvanları da koruyan şekilde düzenlenmiş bir uygulama. Konya ve Mamak barınaklarından gelen görüntülerden sonra bu örnek üzerinden kıyasla derin düşüncelere dalmak mümkün. Temel içgüdüler, yasalar, sosyal devlet, hak ve özgürlükler ve adalet konu başlıklarımız.

Her bölgemizden çocuk istismarı, kadınlara yönelik şiddet ve cinayet haberleri gelirken bu probleme karşı sokak hayvanları problemine akıl yorduğu ve ajitasyon yarattığı kadar bile eğilmeyen iktidarın “tez hayvanlar katledile” buyruğunu bir hizmet olarak görüp baş tacı edebilme ve acımasızlık haliürkütücü. O köpeğin, o boğanın başına indirilen darbeden rahatsız olmayanların kitleselleşen sokak hayvanı karşıtlığınınarkasında yatan bizim gerçeğimiz. Beni en çok düşündüren “can almanın” normalleşmesine yol açanın çocuk tecavüzüne “bir kereden bir şey olmaz” diyen anlayış olması. Daha kötüsü bunu görmeyen kitlenin temel içgüdüsü. Sorunumuz kötülüğe alkış tutan vicdansızlık. Katilleri koruyan, cezasızlıkla ödüllendiren ve üzerine şiddeti bazen sokak hayvanları, bazen insanlar için teşvik eden ilkel politikalarıyla kötülüğün şiddete dönüşmesine olanak sağlayan ve bu şiddet düşkünü kitleden taraftarlar yaratansa işte bizim Pandora’mız.

Köpeğin başına inen darbenin; ölen madencinin yakınına atılan tekmeden, kadına yönelik şiddeti önleme gününde kadınlara vurulan coptan, bir kadının bacağını kıran polis şiddetinden, kadına kendi ölümüne aslında katilini tahrik eden “ahlaksızlığının” neden olduğunu söyleyen eril şiddetten, çocuğuyla maç izlemek için stadyuma giden babanın suratında patlayan fişekten hiç farkı olmadığını görmeliyiz.

Kötülüğün yerini iyiliğe bırakması için Pandora’nınkutusundan her gün iyilik, iyileşme haberleri yayılmalı. Üzüntüyle, isyanla, öfkeyle şiddet görüntülerini paylaşanların iyilik öykülerinin oluşmasına ve dolaşımına vereceği emek önemli. İyiliği her gün hissetmeye, deneyimlemeye ihtiyacımız çok büyük. Çünkü heybemiz çok dolu.