Laiklik, teorik düzlemdeki sosyalist tanımıyla “dinden politik özgürleşme” demektir. Bunun anlamı dini imtiyazların ve ayrıcalıkların devlet tarafından tanınmaması, devletin herhangi ayrıcalıklı bir dini temel alarak toplumsal yaşam üzerinde düzenleme yapmaması, din adına yaptırımda bulunmaması ve başkalarının özgürlüklerini kısıtlamaya yönelmedikleri müddetçe münferit dini pratikler üzerinde de tasarruf sahibi olmamasıdır.

Laiklik mücadelesi sokaktan başlayacak

Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından “İstanbul is the New Cool” mottosuyla geçen hafta yayınlanan tanıtım filmi pek çok yönüyle “bir başka”: Sokaklarda özgür bir coşkuyla dans eden insanlar, duvarlara grafiti yapan gençler, damlarda sıçrayan bir yamakaşi, saz çalan dedenin yanında dans eden kadınlar ve dahası… Sürekli kullanılan nefret söylemiyle galeyanın eşiğinde tutulan bir gündelik hayatta, iktidar tarafından kültürel olarak baskı altına alınan o “eski sokaklarda kalmış” ne varsa bu filmde yer alıyor. İş turizme gelince “sekülerlik” pazarlanabiliyor sanki!

İşin aslı: Günaşırı pahalanan ve daraltılan seküler yaşam alanları göz önüne alındığında ortaya çıkıyor ki bu “pazarlama” iç turizmde de geçerli. Eğlenceden yeme içme kültürüne, çalışma yaşamından ulaşıma kadar pek çok alanda dindar kalıplara merbut kılınan proletarya tarafından böylesi bir yaşam satın alınamaz hale getirildi. Kamusal hayattan sökülen kalıplar beş yıldızlı oteller içerisine dikilerek pazarlandı. Pandemi yasakları çerçevesinde bile AKP’li bakanlara ait otellerde bunlar satışa sunuldu ve üst sınıflar tarafından tüketildi. Kamusallık açısından tipik bir “oturak âlemi” mantığıyla servis edilen yaşam tarzı, kültür emekçilerini baskı altına alarak üretim düzleminde de engellenmek istendi. Saray rejimi kendi halkına karşı bir kültür savaşı açtı, folklorik tahakküm mantığı artık açık bir kültür kırıma dönüşmüş durumda. Çok daha fazlası da söz konusu, lakin uzatmadan ilk elden söylemek gerekiyor: Türkiye’de laiklik sorunu asla sınıfsal perspektiften yoksun olanlar tarafından anlaşılamaz!


Nitekim geçtiğimiz on yıllar boyunca anlaşılamadı da… Yıllar boyu liberaller ve İslamcılar tarafından -ve hatta kendine “sosyalist” diyen kimi zümreler tarafından bile- “laiklik” kelimesi hızlıca Kemalizme, peşi sıra ulusalcılığa, akabinde de “darbeciliğe” ulanan ezberci bir kolaycılıkla demokratikleşme tartışmasından dışlandı. Öcalan’ın malum Newroz mesajının ardından tavan yapan bu ezbercilik, Gezi Direnişiyle birlikte ifade mecraları azalmakla birlikte barış müzakerelerinin sona erdiği görülene kadar sürdürüldü. En sonunda jeton 15 Temmuz gecesi sala salavat sesleriyle silah sesleri aynı anda duyulduğunda ancak düşebildi, bunun sosyal medyadaki yansıması da şöyleydi: “Ne şeriat ne darbe”. Saraydan yanıt geldi: “İkisinden de biraz işte”.

Laiklik Bir “Üstyapı” Sorunu Değildir

Niyazi Berkes Türkiye’de laikliğin yalnızca bir “üstyapı” sorunu olarak anlaşılmasının hatalı olduğunu, onun başlı başına “tüm yapı” ile ilişkili olarak kavranması gerektiği savını, Türkiye’de laikliğin bir din savaşının değil, bir siyasal ideoloji savaşının ürünü olmasına bağlamıştı. Bu doğrultuda laiklik Batılı demokrasilerden farklı olarak Türkiye’de doğruca teokrasiye karşı değil, dini imtiyazlara dayanmaya çalışan bir din sömürücülüğü ideolojisine ve daha önemlisi bu ideolojilerin kolayca işbirliğinde bulunduğu dış emperyalist güçlere karşı kurulmuştu. Yanı sıra hilafet düzeninden farklı olarak eşit yurttaşlık temelinde tanımlanan bir tyhmos’la, Pan-İslamist ve Pan-Türkist megalo-tyhmos’a, yani Turancılık ve Ümmetçiliğe karşı da kurulmuştu. Bu anlamıyla yapısal bir öğe olarak devletin kurucu temelinde bulunan laikliğin hukuki içtihatlarla aşındırılması söz konusu bile edilemezdi.

Burjuva Dejenerasyon

Gel gelim bu kurucu “öğe” kapitalizmin gelişim seyrine bağlı olarak maalesef uzun yıllar burjuva anlamıyla “üstyapı” ekseninde tanımlanmış olup, cumhuriyet tarihi boyunca burjuva yöneticilerin dönemsel olarak kendi çıkarlarını ifade etmek için kullanmaya çalıştığı ya da karşı çıktığı bir it dalaşında dejenere edilmiştir:

1940’larda tek parti iktidarının laikliği kenara bırakarak dini bir hegemonya aygıtı olarak kullanmak için Sünni İslam’ı merkeze çekip, Diyanet İşleri Başkanlığı gibi kurumlar aracılığıyla “kanonikleştirmek” istemesi, hatta bu kapsamda bir tür resmi İslami neşriyat ortaya çıkarma çabasına girişmesi bu dejenerasyonu başlatan şey oldu. Nitekim bunu fırsata çeviren DP, iktidarı ele aldığında Kemalist elitlerin kısıtlarına karşı “söz milletin” retoriğiyle dini açılımları daha da genişletmeye çalıştı. Bu nedenle uzun müddet bir merkez-çevre ilişkisi bağlamında sıkıştırılan laiklik tartışması, 12 Eylül 1980 Darbesi'nin ardından yeni bir sermaye fraksiyonunun daha yükselişe geçmesiyle daha da garip bir hal aldı. Bu dönemde ortaya çıkan siyasi garabet, siyasal İslam’ın laiklikle ilgili sancısını başörtüsü yasağı/serbestisi gibi bir düzleme çekerek kadın giyimi kuşamı üzerinden başlayan bir tartışmaya hapsetmesiydi. Kısa sürede tüm taraflarca benimsenen bu ikilem, -ister Kemalist zümreler ister Siyasal İslamcı zümreler olsun- burjuvazinin kendi eril tahakküm mantığını laiklik tartışması olarak sunmasını kolaylaştırdı. 2000’lerin başında iktidara gelen AKP ise işte bu ikileme dayanmayı, başörtüsü serbestisini hukuken çözer gibi görünse de onu kültürel olarak derinleştirmeyi devam ettirmektedir. Hukuki üstyapı dönüştürülmesine rağmen, “başörtülü bacılarım” söyleminin terk edilmemesi işte bunun göstergesidir.

Saray rejiminin kemale erme sürecinde, laiklik tartışması burjuva mecralarda Fransız tipi laiklikten Amerikan tipi bir laikliğe geçiş olarak anlamlandırılan yeni bir ikileme sıkıştırılarak yapılmaya çalışıldı. Bugün ise artık kademe kademe sönümlenen laiklik vurgusu artık burjuva politik ifadelerde yine savunulan ya da yerilen bir referans olarak varlığını sürdürebilse de laikliğin pratik hükmünün hem burjuva iktidar hem de burjuva muhalefet için söz konusu olmadığı ortadadır.

Sosyalizm ve Laiklik

Laiklik, teorik düzlemdeki sosyalist tanımıyla “dinden politik özgürleşme” demektir. Bunun anlamı dini imtiyazların ve ayrıcalıkların devlet tarafından tanınmaması, devletin herhangi ayrıcalıklı bir dini temel alarak toplumsal yaşam üzerinde düzenleme yapmaması, din adına yaptırımda bulunmaması ve başkalarının özgürlüklerini kısıtlamaya yönelmedikleri müddetçe münferit dini pratikler üzerinde de tasarruf sahibi olmamasıdır. Bu nedenle eski bir Marx cümlesiyle ifade etmek gerekirse: “Dinden politik özgürleşme, herhangi ayrıcalıklı bir dinin değilse bile, dinin oluşmasını sağlar”. Burjuva tanımlarda “devletin her dine eşit uzaklıkta olması” diyerekten ya da “vicdan hürriyeti” teması kullanılarak belirsizleştirilen şey işte budur. Marksizm, bilhassa da Leninizm, siyasal olarak din karşıtı olmakla birlikte dine karşı mücadelesini asla yasakçılıkla, baskıyla yahut zorbalıkla değil, fikri düzlemde gerçekleştirir. Dinsel yabancılaşmanın örttüğü maddi çelişkileri çözerek yeryüzünün öncelliğini haykırır.

Reel-politik düzlemde ise uygulamalar yine bu çerçeveye içrektir ve burjuva laiklik anlayışından farklı olarak müphemliğe olanak tanımaz, örneğin dini yaşantı yalnızca “vicdan hürriyeti” retoriğiyle değil, açıkça belirtilen “ibadet hakkını” da içerecek şekilde geliştirilen bir kamu hukukuyla kişi özgürlüğü olarak kabul edilir. Bunun yanı sıra devlet herhangi bir dini diğerinden ayrıcalıklı kabul etmediği gibi, herhangi bir dini kuruluş, grup, kişi, hatta ibadethane devletin kamu harcamalarından pay alamaz, dinsel alanların ve pratiklerin varlığı yahut sürekliliği devletin sorumluluk alanında değildir. SSCB’nin 1918 ve 1936 anayasalarında geliştirilerek oluşturulan kapsam bu olmakla birlikte, 1977 anayasası din ya da dinsizlik özgürlüğünü hedef alan tüm müdahil pratikleri yasaklayan bir hüküm daha içerir. Bu kapsam Doğu Blokuna bağlı çoğu sosyalist rejimde de geçerli olmuş olmakla birlikte, kimi rejimler uygulamada zora başvurmaksızın din karşıtı propaganda yapmayı da tercih etmiştir.

laiklik-mucadelesi-sokaktan-baslayacak-904990-1.
Yuri Gagarin temalı, “Tanrı Yok” yazan Sovyetler Birliği propaganda afişi.


Proletarya, Toplumsal Muhalefet ve Laiklik

Türkiye’de bugün laiklik sorunu, emek hareketi başta olmak üzere pek çok özgürlük mücadelesinin kesişim kümesinde yer alıyor. Saray rejimi kutuplaştırıcı bir nefret söylemiyle birlikte sürdürdüğü dinci tahakkümün dozunu gün be gün artırdıkça, galeyanın eşiğinde tuttuğu bir gündelik hayatta oluşabilecek her reaksiyonu dinci yaftalarla linç rejimine hedef gösterdikçe, muhalif insanlar açısından laikliğin önemi giderek daha iyi kavranıyor. Yanı sıra saray rejiminin mahsus seküler yaşantıyı hedef alan kısıtlamaları yalnızca muhalifleri değil, apolitik denilebilecek insanları bile yıldırmış durumda. Muhafazakârların ise bunlara ek olarak başka bir sorunu daha var: 15 Temmuz’dan bu yana iktidar tarafından sürekli göreve çağırılarak biteviye sadakatlerini ispatlamak zorunda bırakılıyorlar. Hilafet sistemini devreye sokmak amacıyla Saray rejimi tarafından başvurulan katı dincilik, artık dindarları bile bezdiriyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihi boyunca burjuva siyasaların soyutlamalarında iğdiş edilen laiklik, bugün artık tabandan gelen somut bir toplumsal talep olarak karşımıza çıkmaya başladı.

Buna karşın, iktidarın önüne koyduğu her aksiyona aldanmayı huy edinmiş olan burjuva muhalefet, laikliğin toplumsal tekabüllerinin yarattığı olanakları görebilmek bir tarafa, “çoğunluğu dindar muhafazakâr” diye bellediği bir muhayyel ülkeye yönelik tuhaf popülist siyasetlere başvurmaktan geri kalmıyor. O pek muhalif sanılan sosyal demokrat politikalarda örtülü ya da aşikâr şekilde vurgulanan milliyetçi-muhafazakâr tema için de geçerli bu, o sisteme karşıt sanılan radikal demokrat politikanın bünyesinde taşıdığı feodal saplantılar için de… (O “güçlendirilmiş” yahut “iyileştirilmiş” parlamenter sisteme dönüş dedikleri burjuva programlarında da hala laikliğin esamisini okuyamıyorlar.) Kimsenin laiklik gibi bir derdi yok. Gündelik hayatta iktisaden yaşamak zorunda bırakıldığı fiili şeriata hapsedilen proletarya ile saray rejimine karşı direnmeye her yeltendiğinde potansiyel bir galeyanla bastırılmak istenen toplumsal muhalefet hariç tabii ki. Haliyle, tarih sosyalist SOL’u göreve çağırıyor.

Sosyalist Sol ve Laiklik

Bu konjonktürde kuşkusuz sosyalist hareketler laiklik mücadelesinin öncüsü ve örgütleyicisi olmak zorundadır. Buna karşın yukarıda bahsettiğimiz sorunların bir kısmı, özellikle de o malum “ezberci kolaycılık” kimi sosyalist mecralara da sirayet etmiş durumda. Laikliğin Türkiye’deki sorunlu geçmişi ve burjuva siyasaların dilinde pelesenk olarak içeriği boşaltılmış bir retorik atıf haline gelmesi, hatta kadın bedeni ve giyim kuşamına ilişkin bir tartışmaya hapsedilmiş olması, sosyalist hareketlerin hem birbirleriyle hem de toplumsal tabanla konuşmalarını zorlaştıran engeller. Buna rağmen geçmişte kimi sosyalist çevrelerde de “özgürlükçü laiklik” ya da “proleter laiklik” gibi, laikliği yeniden tanımlamaya çalışan girişimler de ortaya çıkmıştı. Fakat bugün artık laikliğe sıfat takmaksızın, onun yalnızca sosyalist politika tarafından savunulabilecek bir mefhum olduğunun altını çizmemiz gerekiyor.

Her ne kadar halen seküler yaşamı satın alma olanağı bulunanlar farkında olmak istemeseler de günaşırı kaybedilen kent meydanları, terk edilen sokakları ve sıkışılan alanları göz önüne aldığımızda, yaşadığımız süreç, laiklik mücadelesinin öncelikle sokaktan başlayacağını işaret eder nitelikte. Çünkü laiklik hukuki-üstyapı bağlamına ilişkin soyut tartışmalardan öte, kamusal yaşamın ve gündelik hayatın acil talepleri arasında yer alıyor. Çünkü o sokaklar, reklam filmlerinde ne denli “cool” gösterilse de gerçekte yoksulları fiili bir şeriatın içinde kulluğa mecbur ediyor.

Hülasa kimileyin burjuva alışkanlıklarla gündeme getirseler bile parlamenter-popülizme kapılmış düzen muhalefetinin hiçbir unsuru laikliği mümkün kılacak basirete de cesarete de sahip değil. Bunların hiçbirinin gölgesine girmeksizin, sosyalist solun laiklik konusunda kendi “olmazsa olmazları” üzerinde bir an önce uzlaşması elzem.