Ülkelerin ruhu vardır, toprağın da. Yaşanan her ne varsa siner bu ruhun kuytuluklarına.  Coğrafya unutmaz, üzerinde yaşayanlar hatırlamak istemese de. İnsanlar yaşadıkları topraklara evler, yollar, bahçeler inşa ettikleri gibi, birbirlerine yapıp ettikleriyle de toprağın ruhunda izler bırakırlar.

Dörder şeritli otoyolda süzülüp giderken sen görmesen de, aynı hedefe giden bin yıllık bir Roma yolunun kalıntıları da vardır. Görmemen, bilmemen, kullanmaman o yolu ortadan kaldırmaz, ne de tarihten.

Yaşananlar da öyledir. Yok saysan, üzerini örtsen, çarpıtsan içini boşaltsan da coğrafya saklar olup bitenleri. Saklar ve sen istemesen de, olmamış gibi yapsan da, artık unuttuk sansan da, korur ve büyütür içten içe.

Korur ve belirler üzerinden bin yıl geçmiş olsa da bu günü. Nasıl her insanın tam da bu gün, bu anda yaşadığı bir duygu, aldığı bir karar, seçtiği bir eylem aslında o anın öncesindeki bütün bir kişisel tarihinin özeti ise ülkelerin ve toprakların da bu gün yapıp ettikleri geçmişlerinin bir özetinden öte değildir.

Yaşadıklarıyla yüzleşemeyen, yaşadıklarının anlamını derinden hissedemeyen insanlar her duygularında her seçimlerinde kendilerine yalan söyleyerek ve işin acısı yalan söylediğiyle bile yüzleşemeden yaşarlar ya, toplumlar da öyledir. Hem unutmaz, hem de biteviye yalan söyleyebilir, yalan olduğunu bile bilmeden.
 
Ama coğrafya unutmaz, yalanı da yutmaz. Üzerinde yaşayanların da yalanla huzur bulmalarına izin vermez.
 
Kendine durmadan yalan söyleyen, yaşadıklarının anlamını derinden kavrayamayan ve sorumluluğunu alamayan insanlar nasıl ruhlarının huzursuzluğunda boğuntu içinde kıvranırlarsa, toplumlar da yüzleşemedikleri gerçeklerle, alamadıkları sorumluluklarla hep bir kaçak gibi sürekli kimlik değiştire değiştire, kimliksizleşirler. Bunu yapan ben değildim yalanına o kadar sıkı sarılırlar ki giderek ben yapmadımdan ben o değilime sürüklenip, benliklerini yitirirler.

Ama toprak unutmaz ve toprak hatırlamaya zorladıkça, üzerinde yaşayanlar da unutmaya debelendikçe ortak ruh büzüşür, kapanır, kurur. Kendi eylemleriyle yüzleşemeyenlerin suçluluk duygusu utanca dönüşür.

Suçluluk duygusu onarıcı, utanç ise saldırgandır. Suçluluk sorumluluğu alma ve yaraları sarma olanağını taşır. Utanç ise üzerini örtmeye ve gizlemeye. Eylemlerinden suçluluk duyan insan kendi saldırganlığıyla yüzleşerek açtığı yaralar için özür dileme imkanına kavuşur. Ve sahici bir suçluluk duygusuyla dilenen erdemli bir özür yaralananın, incinenin de kendisini onarmasına, dahası affedebilmesine bir yol açar.

Örseleyeni affedebilmek yaralının kendisini de affedebilmesini sağlar.

Çünkü yarayı açan, eyleminin sorumluluğundan kaçtıkça utancı yaralanana aktarır. Saldırgan suçunu üstlenmedikçe, suçundan utandıkça daha da saldırganlaşır. Yaralanan ise karşı koyamadığı, adaletsizlik sürdüğü için kendisini zayıf, güçsüz hissettikçe utanca kapılır. Böylece saldıran da yaralanan da utanç içinde kalır. Utanç boyun eğdiricidir. Her boyun eğdirici olana karşı içten içe büyüyen düşmanlık ülkenin dört bir yanına köşe bucak sinerek, coğrafyayı kine boğar.

Saldırganın suçluluğunu üstlenmesi, utançtan sıyrılmasına olanak verir. Utançtan sıyrıldıkça saldırganlığı azalır. Yaraladığını suçlamaktansa kendisini suçlamaya cesaret edebildikçe, eyleminin sorumluluğunu alıp, bedelini ödemeye hazır olduğunu ifade edebildikçe özgürleşir.

Türkiye’nin ruhunu belirleyen iki temel duygu, suçluluk ve utançtır. Madımak’tan Dersim’e, Maraş’tan Çorum’a. 6-7 Eylül yağmasından Ermeni kıyımına, Taksim’den Diyarbakır’a kadar coğrafya, üzerinde işlenen suçların üstlenilmemesinin suçluluk duygusunu utanca dönüştürmüş durumda. Utanç da toplumu saldırgan bir düşmancılıkla boğuyor.

Türkiye, topraklarına hepsi birbirini görebilecek ve gördükçe suçluluğuyla hesaplaşabilecek, ‘Yüzleşme anıtları’ yapmadıkça, coğrafyanın yaralarını onaramaz. Yaralı coğrafyaların toprakları ise hep kanla sulanır.