Takvimler 14 Kasım 1984’ü gösterirken, Ulusall Takımımız İstanbul’da oynanan maçta

Takvimler 14 Kasım 1984’ü gösterirken, Ulusall Takımımız İstanbul’da oynanan maçta, İngiltere karşısında tarihe geçecek ağır bir yenilgi almıştı: 8–0! İngiltere takımının dinamosu Robson’un hat-trick yaptığı, Woodcock’un ve Barnes’ın ikişer gol attığı maç sonrasında alaycı manşetler vardı İngiliz basınında, dün gibi hatırlıyorum...
 
14 Ekim 1987’de bir kez daha aynı skorla hezimete uğramıştık “Adalılar” karşısında. Bu kez futbolun beşiğinde, Avrupa Şampiyonası eleme maçında, şimdi tarih olmuş eski Wembley stadında. Oradaydım!
 
İlerleyen zamanlarda, kıpırdadı Türk futbolu. 16 Ekim 1991’de İngiltere’de 1–0 yenildiğimiz maçta başa baş oynamıştık. İngilizlerin o zamanki kalecisi Chris Woods’un mükemmel kurtarışlar yaptığı maçta, “Psycho” lakaplı Stuart Pearce’in ortasını kafa ile kaleye gönderen Alan Smith’in tek golü yetmişti ev sahibi takıma...

2000’li yıllara gelindiğinde kabuk değiştirmişti Türk futbolu. Önce Galatasaray ile UEFA Kupasını, sonra  Ulusal Takımla Dünya Kupası üçüncülüğünü yakalamıştık. Sandık ki daha nice kupalar bizim olacaktı! Futbolu bu kadar çok seven bir ülkenin çocuklarının daha nice destanlar yazacağına inandık ulusça. Tıpkı hayata dair yığınla başka kavramların doğruluğuna inandığımız gibi, inandık.
 
Sonra...
 
Sonra, yine düşüşe geçti Türk futbolu. Hem de ne düşüş. Her ne kadar adının başına “Süper” sıfatını eklemiş olsak da ne kalitesi vardı sahadaki futbolun, ne de Avrupa arenalarına yansıması. Zamanla anladık ki sistem olmayınca başarılar da kalıcı olmazmış. Kavramlar kargaşası ya da kendi uydurduğumuz kavramlara inanma durumuymuş bizimkisi... “Made in Turkey” patentli’. Uzaktan baktıkça, Andy Wachowski tarafından yönetilmiş, dünya sinema tarihinin en başarılı filmlerinden, başrolünü Keanu Reeves ve Laurence Fishburne’nun oynadığı 1999 yapımı “Matrix” filmini hatırlatan.
 
Gerçek olduğundan çok emin olduğun bir rüya gibi...
 
***

Şimdi sanmayın ki bu yazıyı Azerbaycan yenilgisine dair yazıyorum. Asla! Futbolsuz geçen kaç sezona dair bir yazı bu aslında. Avrupa arenalarında yaşanan nice hüsranlardan sonra içimde birikmiş cümlelerin kâğıda dökülmüş hali... İnandığım, güzel ve yalnız ülkemde her şeyin giderek bozulduğu zamanlarda, haliyle futbol da nasibini aldı, hem de fazlasıyla. Şimdi sorsam taraftarlara, Türk futbolunun marka değerini... Sorsam, futbolumuzun kalitesini… Sorsam, Avrupa arenalarında başarı beklentilerini… Sorsam, 2012 Avrupa Şampiyonası hayallerini...

Sorun Azerbaycan maçının sonucu değil. 1–0’lık Almanya hezimeti hiç değil. Sorun bizim futbola bakış açımızda aslında. Avrupa’nın en genç nüfusuna sahip olan ve son elli senede sadece bir Dünya Kupası'na katılabilmiş ülkemin, kendi “Mesut”larını yetiştirmek yerine dermanını hep başkalarının yetiştirdiklerinde araması sorun. Avrupa arenalarında yıldızı parlayan her “Mesut”un ardından, bizim zırıl zırıl ağlamamız üzerinde düşünülmesi gereken…

Geçenlerde çok satan gazetelerin birinin spor sayfasında şu manşeti görmüştüm: Avrupa arenalarında bir sezon daha toz duman olmuş Fenerbahçe’nin, tek hedefi kümede kalmak olan vasatın altındaki bir Anadolu takımını farklı yendiği maçtan sonra, “Niang Varsa Sorun Yok!” yazıyordu. İşte budur meselenin özeti… Kendi “Niang”larını yetiştirmek yerine, sürekli gözünü dışarıya çevirme alışkanlığı. Oysa Niang varsa sorun vardır, hem de fazlasıyla… Zira “Niang”lar değil, “Arda”lardır Türk futbolunu ayağa kaldıracak olan! Doğru tedavi için teşhisi doğru koymak gerekir.

Batı Londra’nın mütevazı takımı Fulham FC, UEFA Kupası'nda final oynarken, bizim haramilerin har vurup harman savurmasıdır meselenin özeti… Kendi takımında düzenli forma şansı bulamayan “Genç (!) Semih”in Ulusal Takım'a katkısı ne kadar olabilir ki?

Sapır sapır dökülürken takımlarımız Avrupa arenalarında, ulusal takımını son 50 senede Dünya Kupalarında sadece bir kez görebilmiş futbolseverler futbol yalanıyla kandırılırken, Azerbaycan yenmiş bizi! Ne bekliyordunuz ki? Avrupa futbolunun averaj takımı Malta bile geçtiğimiz senelerde kök söktürmedi mi bize? Sizin “Üç Büyük!” diye tanımladığınız takımlar hemen her sezon Avrupa arenalarında, köy takımları karşısında havlu atmadılar mı? Rekabetsizlikle lanetli futbolumuzda şampiyonluk kupası yedi tepeli şehrin sınırlarından son 25 senede bir kez çıktı diye biz bunu devrim sanmadık mı?

UEFA Kupası'nı kazanmış Galatasaray, Avrupa'da adı-sanı duyulmamış bir kasaba takımına elenirken, Fenerbahçe, kendisinden kat be kat düşük İsviçre ve Yunan takımları karşısında toz duman olurken, bizim futbol yalanımız bir kez daha ortaya çıkmadı mı? Yakın geçmişte bizim büyüklerimizden Beşiktaş’ın Premier Lig'de şampiyonluğu olmayan Liverpool’dan yediği onca gol de mi anlatmadı size futbolumuzun kalite eksikliğini?

Geçen sezon şampiyon olmuş Bursaspor’un, Şampiyonlar Ligi'ndeki hali ortada. “Annemizin ligi”nin kalitesi bu kadar zira. Adının başına “Süper” eklemekle hiçbir şey süper olmaz zira. Eh, o ligde oynayan ve üstelik düzenli forma şansı bile bulamayan futbolculardan oluşturulan Ulusal Takım da ancak bu kadar olur.

***

Şimdi ülkemde bir sezon daha geçiyor futbolsuz şehirlerden...

Bir sezon daha tribünler boş kalırken dekoder satışları tavan yapıyor; yurdun dört bir köşesinde dolup taşıyor kıraathaneler. Avrupa arenalarında dikiş tutturamamış şaşkın bakışlı eloğulları, transfer aylarında havaalanlarında davullar zurnalar eşliğinde karşılanırken, henüz bizim topraklarda ayağına top bile değmeden omuzlara alınırken, alt yapılar bir sezon daha topyekün ıskalanıyor.

Gazetelerin spor sayfalarını hep o çok bilindik üç takımlı masallar süslüyor yine. Gırtlağına kadar borçlu takımların transfer bombalarını yazıyor gazeteler. Pazar akşamlarının saatler süren baygın spor programlarında spor yorumcusundan çok amigoyu andıran bilmiş adamlar üç esas oğlanın maceralarını anlatırken, bol darbukalı bir çingene düğününü andıran hazin fotoğrafa futbolun görünmez bir köşesinden bakanlar, kötü bir filmin figüranı olmaktan öteye geçemiyor bir sezon daha. Geçtiğimiz sezon başına kadar, kurulduğu tarihten bu yana sadece dört takımın şampiyonluk yaşadığı, rekabetsizlikle lanetli bir ligin futbol kaliesi ne kadar olabilir ki oysa?

Cem Yılmaz’ın bir sözüydü sanırım, “Fenerliysen, hayata 1–0 önde başlarsın!” cümlesi. Oysa futbol intikamını fena alır 1–0 galip başladığını sananlardan. Niang varsa sorun olmadığını sananlara, bazen Almanya karşısında uğranılan hezimet, bazen de futbol garibanı Azerbaycan verir dersini.

Oysa Türk futbolunu kurtaracak olan “Niang”lar, “Quaresma”lar degil, “Arda”lar, “Necip”lerdir!

***
Bilirim, bir zaman sonra unutulacaktır ulusal takım hüsranı. Tıpkı sezon başında Avrupa arenalarında yaşanan hüsranların unutulduğu gibi... Aslında koca bir ülkenin futbolunu üç takıma endekslemiş bir neslin ulusal takımı çok umursadığını da düşünmüyorum. Nasılsa yakında oynanacaktır “Dünyanın en büyük derbisi (!)”... Nasılsa futbolsever nüfusun yüzde sekseni üç takımdan birinin taraftarıdır. Nasılsa Türk futbolunda aslolan İstanbul masalıdır. Nasılsa, yurdun dört bir yanında futbolsuz şehirlerin sessizliğini bastırır esas oğlanların gürültüsü. Nasılsa, küçük-büyük ayrımı gözetmeden, her takıma eşit yaklaşan, izlenmesi keyif veren, yurdun dört bir yanında stadları dolu, televizyon programlarında her takımın eşit tartışıldığı, medyanın tarafsız olduğu, havuzdan gelen gelirin her takıma adaletli dağıtıldığı, hakemlerin baskı altında kalmadığı, başkanların arka planda kaldığı, şaibeden, şikeden arınmış, temiz, rekabete dayalı futbol Kaf Dağı'nın ardındaki Anka kuşu kadar uzaktır.

Gerçek olduğundan çok emin olduğun bir rüya gibidir Türk futbolu. Uyanmadığınız sürece gördüğünüz rüyada yaşayıp gidersiniz.

Nasılsa inandığınız, Niang varsa sorun olmadığıdır...