Z Kuşağı bilmez! 1990’ların ortalarına doğru kurulan Öğretim Elemanları Sendikası’nın ilk kapsamlı kampanyasının sloganı “Öğrencime Dokunma” idi… O yıllarla şu günlerin kıyaslamalı analizine “neredeenn nereyeee” diye başlamak vardı -ki Z Kuşağı iyice zıvanadan çıksın- ama mevzu öğrenci olunca, bu talep izleyen yıllarda da hiç gündemden düşmedi. Dolayısıyla öğrenciye zulüm konusunda bu ülkenin yakın tarihi içinde mukayese edilecek iki kesit yok, dozu farklılaşsa da kesintisiz bir süreç var. Şimdilerde mevcut oligarşik rejim ve onun kolluk kuvvetleri Boğaziçi’nin üniversite bütünü olarak başlattığı barışçıl direnişi kırmak için şiddet eşiğini epeyce yükseklere çektiler. Direnişten direnişe talepler değişmese de talepleri kuşatan bağlamlar ve üstlendikleri anlamlar kayda değer ölçüde değişiyor.

Atanmış değil seçilmiş rektör istemek ve bunu üniversite bütünü olarak son derece barışçı biçimlerde dile getirmek, bugün o kadar devrimci (dolayısıyla rejim açısından yıkıcı) bir anlama sahip ki! Fakat bu durum, ne eyleyicilerle ne de eylemlerine atfettikleri anlamlarla ilgili. Üniversitenin kurumsal tarihine biraz aşina biri bakımından bile son derece sıradan görülebilecek bir talebi, etkisi itibariyle devrimci kılan husus, bizzat mevcut rejimin niteliğidir.

Sen yasama, yargı ve yürütmeyi tek adam elinde birleştir, onu da sermaye varlığı ile bütünleştir, ardından da gücü keyfiyetle kullandığın bir işleyişle (ki bu bütünün literatürdeki adı oligarşidir) toplumu sevk ve idare etmeye kalk! Bu öylesine kırılgan bir rejimdir ki, bırakın üniversite düzlemindeki bir sorunu, bisikletinin lastiği patlayan bir çocuğun öfkesi bile doğrudan Saray’da yankılanır. Üstelik bizdeki oligarşik rejim, şahsileşmiş güç kullanımıyla keyfiyeti bile, “kafana göre takıl” seviyesine indirmiş durumdadır. Böylesine bir rejimin sinir merkezinde yer alanlar “güç bende” diye kostaklanabilirler. Ne var ki parlamenter rejim ile birlikte gerçekte yok edilen şeyin, toplumdaki her türden çelişkiyi yumuşatan, dönüştüren ve kontrol edilebilir kılan tampon mekanizmalar olduğu da yadsınamaz bir gerçektir.

Oligarşik rejimin baskı ve propaganda aygıtları, Boğaziçililerce dile getirilen talebin meşruluğu ile iktidar merkezindeki etkisinin yıkıcılığı arasındaki mesafeyi kapatmak için olağanüstü bir seferberlik başlatmış durumdalar. Atanmış Rektör Profesör Bulu da son günlerdeki açıklama ve eylemleri ile bu seferberlikteki yerini almış görünüyor.

Oysa başta öğrenciler olmak üzere, öğretim üyeleri ve muhalefetin önemli isimleri, atanmış rektöre son derece makul bir teklifte bulundular; “Bu görevi bırak” dediler. Kendisini tarih indinde aklayacak bu anlamlı teklifi reddederek, anı mutlaklaştıran bir faydacı ekol mensubu olduğunu da teyit etmiş oldu. Bu ekolün, matematiksel iktisadı fetiş haline getiren müfredatla ilgisi ayrı bir yazı konusu olsun.

Profesör Bulu hâlâ meseleyi anlamamış görünüyor. Bulu’nun üniversitedeki örgütlenme içinde atanmış ile seçilmiş yönetici arasındaki fark konusunda hiçbir kavrayışa sahip olmadığı anlaşılıyor. Üniversitede seçim söz konusu olduğunda rektör, rektörlük adı verilen idari görevi üstlenmiş bir meslektaş olmaktadır. Atama söz konusu olduğunda ise rektör, kendisine tanınan mutlak yetkiyi kullanan kurumun en üst amiridir. Amir, muhatap olarak karşısında memur görmek isterken, idari hiyerarşi içinde de daha üst mercilerin memurudur. Rektör idari yetkisini kullanan meslektaş ise karşısındakilerin meslektaşları ve öğrencileri olduğunu bildiği gibi, kendisini de asla üst mercilerin memuru olarak konumlandırmaz.

Boğaziçi Üniversitesi öğretim elemanlarının her gün sırtlarını dönerek reddettikleri makam, mevcut rejim içindeki nesnel konumu gereği, kendilerine memur, öğrenciye müşteri, çalışanlara yanaşma muamelesi yapacak olan makamdır ki ülkemizdeki üniversitelerin birçoğu da maalesef bu durumdadır. Boğaziçi’ndeki direnişin diğer üniversitelerde de yankılanmasının sebebi budur; memleketin ortak özlemi olan özerk-demokratik üniversite talebi, Boğaziçi kampüsünden yükselmektedir.