ParIs’te sıradan bir gün. Her ülkede olduğu gibi orada da salgınla ilgili çeşitli önlemler var. Toplu taşımaya binerken teması azaltmak için telefonunuzdan sms yollayarak bilet alabiliyorsunuz. Sistem bilet ücretini kartınızdan çekiyor ve sms gönderme saatiniz araca binmeden hemen önce olmalı. Ama bilet de alabiliyorsunuz.

5 yıldır Paris’te öğrencilik yapan Sıla, SMS yollayarak otobüse biner. Bir kaç durak sonra da otobüse 5 bilet kontrolörü biner ve yolcuların biletlerini denetlemeye başlarlar. Sıla telefonundaki SMS’i gösterir, bir görevli tamam der. Arka sıradaki “yabancı” bilet almış ama okutmamıştır. Diğer bir görevli 50 euro ceza keseceğini söyler. Oysa bileti alıp okutmamanın cezası 5 eurodur ve otobüsün her yerinde yazılıdır. Sıla müdahale eder ve ancak 5 euro ceza kesebileceklerini söyler. Görevli yabancıya 5 euro ceza keser ve Sıla’ya biletini sorar. O da az önce kontrol edildiğini söyler ama yine de telefonundaki mesajı gösterir. Görevli mesaja yanıt gelmediğini, paranın çekildiğinden emin olamayacağını, ekstreyi göstermesi gerektiğini söyler. Mesajlara yanıt gelmemektedir ve ekstreye de bir gün sonra geçecektir. Kaldı ki, ekstreyi sorma hakkı da yoktur. Görevli, Sıla’ya 50 euro ceza keser!

Ne Sıla’yı daha önce kontrol eden görevli, ne otobüste yaşananlara tanık olan diğer yolcular ne de haksız ceza yemekten kurtulan diğer kişi en küçük bir tepki vermezler. Hadi o yabancı; korkmuş ve anlamamış olabilir. Ama diğer yolcular ve görevliler?

Bir anlamda “devlet otoritesini” temsil eden bilet kontrolörü, açıkça bir sivile haksızlık etmek üzereyken, bir diğer sivil itiraz ediyor. Devleti temsil eden de, hıncını, yapmaya kalktığı haksızlığı engellemeye çalışandan çıkarıyor!

Sıla, yaşadıklarının Fransızların sömürgeci geçmişleriyle bağları olduğunu düşünüyor. Ama asıl nedenin daha güncel olduğunu düşündüğünü söyledi. Kontrolörler asgari ücretle çalışıyorlarmış. Düşük ücret politikasının nedeni ise işlerini yapmalarını sağlamak için idarenin bulduğu bir çözümmüş. Her kontrolöre bir kota veriliyormuş ve kestiği cezalarla kotayı ne kadar aşarsa o kadar prim alıyorlarmış. Aynı kontrolörlerin, kendi haklarını aramak için grev yaptıklarında, bu kez kotayı doldurabilmek için avlamaya çalıştıkları yolculardan (toplumdan) destek istemelerindeki paradoksu, düşünüyor.

Sıla, taşımacılık idaresine durumu açıklayan bir protesto epostası yollayacak, bakalım ne olacağını göreceğiz. Otobüslerde kameralar var ve olay kayıt altına alınmış olmalı.

Sosyolog Alman arkadaşım Helga, aynı olay Almanya’ da olsaydı, otobüsteki Almanların olaya müdahale edeceklerine ve kesinlikle Sıla’ya ceza kestirmeyeceklerine inandığını söyledi.

Almanya’yı ve sıradan Almanın devletle ilişki biçimini bilmiyorum.

Ama gelin biz bu olayın Türkiye’de geçtiğini varsayalım ve çeşitlendirelim. Herhangi bir kamusal alanda bir sivilin bir yabancıya haksızlık ettiğine tanık olduğunuzu düşünün. İlla turist vs olması gerekmiyor, oralı olmayan ya da şu ya da bu nedenle farklı olan biri diye düşünün. Örneğin taksici fazla ücret almaya çalışıyor, restoran sahibi fahiş adisyon getiriyor, biri LGBT bireye hakaret ediyor vb. Ne yapardınız?

İkincileyin de devleti temsil eden bir görevlinin bir “yabancıya” ya da herhangi bir insana haksızlık ettiğine tanık olduğunuzu düşünün?

Bizatihi Devletten söz etmiyorum. Boğaziçi ve diğer üniversite öğrencilerine saldıran devlet değil derdim. Beyza Buldağ’a, Osman Kavala’ya, Selahattin Demirtaş’a… İsimlerin hepsini yazmaya kalksam değil köşeyi, bugünkü gazetenin tümünü doldurabilecek kadar çok olmaları ne kadar acı değil mi?

Hadi onlara “haşmetli” büyükler saldırıyor, öyle yapmaları “fıtratlarından”, ama biz, biz sıradan insanlar?

Hepimiz o “gariban” Fransız bilet kontrolü gibi miyiz acaba? Düşük ücretle ve güvencesiz koşullarda, ancak eşdeğerimizin üzerine basarak ve ona yapılanlara susarak sağ kalabileceğimizi mi düşünüyoruz.

Belki de “olaya Fransız kalmak” deyimi artık bu hali anlatıyor, diyebilir miyiz.