Sen içini çekerken, gün gecenin örtüsünü aşağı çekiyordu; gitme vakti yaklaşan tedirgin ölüler oturdukları yerden seni izliyordu. Suratlarına bile bakmadın! “Ölen acıyı bilmiyor, incinen ölüme şerbetli” dedin. Bir bardak daha doldurdun, “her zamankinden” biraz daha azdı. Mesajı alan cesetler müsaadelerini istedi. Öptün onları, uğurladın. Arkalarından baktın. Islanmış yanağını silip silmemek arasında kaldın.

Okul zamanı bir arkadaşın vardı, sürekli her mevzudan nasıl kârlı çıktığını anlatırdı. O küçük sahtekârlıklarını da pek bir ballandırırdı. Otobüsteki “bilet aktarma sistemi”nin açığını bulup bedavacılık yapardı; her şeyin en ucuzunu ayarladığını, promosyon ürünlerin hep ona çıktığını, her satıcıyı bağlayıp bazı şeyleri nasıl beleşe getirdiğini tek gözünü kırparak anlatırdı. Tüm anlattıklarını toplasan belki zarar ederdi. Yine de o kadar güzel anlatıyordu ki inanırdın. Yıllar sonra onu aradın, belki bir şeyleri çözer sandın: “Selam. Ben artık özgür olmak istiyorum ama bedelini veresiye defterine yazdırmak istiyorum. Var mıdır bunun bir yolu?” Bir süre hesap yaptı, görmesen de hissettin ki bir gözünü kırptı, borcu alacaklarından nasıl düşebileceğini tane tane anlattı. “Ne de olsa ölümden sonra borçlara af çıkardı”. Bu çocuk tam bir kır çakalı. Telefonu kapattın, hesapladın. Sustukların, vazgeçtiklerin, birileri istiyor diye yaptıkların, peşinden koşmaktan ürktüklerin… Alt alta yazdın. Hayattan ne kadar da alacağın birikmiş. Oysa bir şeyi tükürür gibi söylediğinde bile, bunca alacağa denk gelirdi. Özgürlüğün bedeli... Alacaklarınla borçlarının arasında, yarım bardak yollukla, yutkunmak zorunda kaldın. Aslında tükürdüğünü yaladın!

Hesabı istedin, “halledildi abi” dediler. “Kim halletti” lan dedin? Dediler ki “ölüler”. “Ölenin ödeyeceği bir hesap yok, hesap yeri orası değil tam da burası” dedin. Çıktın, hafif sallanarak yürümeye başladın. Düşündün ki insanlar yaptıkları iyilikleri hep veresiye defterlerine yazıyor. Bir gün çantayı alıp sokağa çıkacaklarını ve bir haciz memuru gibi alacaklarını toplayacaklarını düşünüyorlar. Bu dünyada ya da öte dünyada… Fark sadece zamanlama… “Vaktinde ben ona şu iyiliği yapmıştım” diye düşünmeyen kaldı mı? Eve gitmekle, henüz feneri söndürmemiş birkaç arkadaş bulup seheri hissetmek arasında kaldın.

Bir bira aldın, duvardan atladın, bekçilere yakalanmadan arkadaşlarının arasına daldın. Mezarlarındaki toprağı eline aldın, solmuş çiçeklerini kokladın. Seni izlediklerine olan inancını yitirdiğinde çiçekleri nasıl da sulamayı bıraktığını hatırladın. Bir çocuk yaklaştı, para istedi. 50 lira verdin. Çocuğun gözü parladı, sen içinden, “Belki beni hatırlar da arada mezarları sular” dedin. Para her şeyi çözer, vicdanını temizler sandın.

Gün örtüsünü üzerinden attıkça acıyı daha fazla hissetmeye başladın. Işığın kederle tepkimeye girmesi… Dayatılan hayatına her sabah olduğu gibi girmekle, geceye geri dönmek arasında kaldın. Mecburen işine gitmek için barbarlar, çıkarcılar, arkadan konuşanlar, meczuplar ve vefasızlar caddesine daldın. İyi de bugüne kadar sen hiç mi hata yapmadın? Öldürdüğün arkadaşlarını hatırladın. “Ölen acıyı bilmiyor, öldüren vurduğu yerden kanıyor” dedin. Cezanı çekip çekmemek arasında kaldın.

Çocuk yine yaklaştı. “50 lira verdik ya, derdin ne” diye çıkıştın. Başına aldığın testi darbesiyle yere yığıldın, üzerine atılan toprak ve dökülen suyla ayıldın. Kimsenin seni unutmadığını anladın.