‘Uzaktan Çalışmada İş Sağlığı ve Güvenliği Çerçevesi’ konulu bir panele katılan Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Vedat Bilgin, "İnsanların 12 saat, 14 saat zorla çalıştırıldığı günler geride kalmıştır. Bugün 8-5 mesaisinin geride kaldığı bir dönemden geçiyoruz" demiş. Sendikaların sesini duymayan bakanın açlık sınırının asgari ücretin yüzde otuz üzerinde olduğunu umursamasını bekliyoruz biz de! Bakan görülüyor ki yoksulluk sınırının 20 bin lira olduğu bir ülkede emekçilerin, temmuzda yapılan ara zamla 5 bin 500 liraya yükseltilen asgari ücret için kaç saat, hangi koşulda çalıştığını kavramaktan çok uzak bir yerde.

Çalışma hayatının ‘sağlığını’ -hatta uzaktan çalışmanın sağlığını- konuşurken hastalıkla en yakın temas eden ve büyük özveriyle çalışan doktorların sağlığını düşünen yok. Onların olağanüstü bir dönem olan pandemi sürecinde insanüstü eforunu ‘işi’ ve doğal görevi olarak görenler, doktorları devlet eliyle normalleştirilen salgınla değil bilinçsizlikle, pervasızlıkla, cehaletle mücadele etmek zorunda bırakıyor. Sağlıkçılar şimdilerde maskesiz, dikkatsiz ve özensiz yönetilen salgının yeniden tırmanışıyla, her gün artan hasta sayılarıyla başa çıkmaya çalışırken hâlâ günde 30 saat çalışmak zorunda bırakılıyor. Bunu umursamazken onların ‘yakından’ öldürülmesi de derdi değil ne sağlık bakanının ne çalışma bakanının ne de iktidarın en başının.

***

Sağlıkçılar çalışma koşullarını iyileştirmek için değil yaşayabilmek için g(ö)rev eylemlerine çıkmak zorunda bırakıldı. Bu bir çığlıktı. Güvenli çalışma alanı sağlamak da ‘iş sağlığı’ tanımında ve iktidarın sorumluluğundadır. Beklerdik ki böyle önemli bir konuda düzenlenen panelde bakan mesai saatlerinden değil yaşam hakkından bahsedebilsin. Bu ülkede yaşayan her vatandaşın hayati tehlike altında olmadan eşit ve insanca yaşadığı, hakkınca kazandığı bir düzen sağlamak için söyleyecek sözü olsun.

Oysa bizim ülkemizde işsizlik, atanamayan nitelikli eğitim sahibi uzmanlar, çalışma saatleri, enflasyon, alım gücü, gıda fiyatları, salgınla mücadele gibi sayısız önemli konuda gerçeği yansıtmayan açıklamalar en yetkili ağızlardan propaganda malzemesi yapılıyor. Sağlıkçılar öldürülürken, troll hesaplardan iktidarı öven ve hak arayan doktorları daha da çok öldürülsünler diye hedefe koyan çürümüşlüğün içinde yaşamaya çalışıyoruz. Pandemiyi kulluk sınavı olarak gören ve sabır dileyenlerin şiddeti teşvik ederek yarattığı nefret toplumu esir almış durumda. Camilerde “Doktorlar dedi ki, bugün grevdeyiz. Öldürmez misin sen? Dövmez misin, sövmez misin?” diyen din görevlilerinin her konuda ahkâm keserek doktorları doğrudan hedef almasına, bugün hekimlere yarın kim bilir kime karşı nefret uyandırmasına, kadınları toplum dışına itmesine, toplumu uyutmasına ve iktidar propagandası yapmasına olanak veren diyanetin bütçesi üniversitelerin bütçesinin çok ama çok üzerinde. Nefretin eyleme geçerek şiddete dönüşmesine engel olabilecek olan eğitime değil kendilerini iktidarda tutacak cehalete yatırım yapıyor iktidar. Maneviyatı sömürerek dini istismar edenlerin kendileri gibi olmayan herkesi cezalandırma, hizaya sokma iştahı geçmişte yaşanan acıların daha büyüklerini bize yaşatmaya hazır.

***

Doçent Dr. Edip Kürklü 21 Temmuz 1988 yılında bir mafya mensubu tarafından kurşunlanarak öldürüldü. Edip Kürklü dünyada ilk kalp naklini yapan Dr. Christiaan Barnard'ın asistanıydı. Dünyanın en iyileri tarafından yetiştirilmiş, en iyilerin seçildiği sayısız yerden teklifler almış ama ülkesine hizmet etmeyi tercih etmiş iyi bir kalp cerrahıydı. Edip Kürklü'nün öldürülmesi hekim cinayetlerinin ve şiddetin henüz (!) sadece mafya tarafından gerçekleştirildiği günlerde büyük bir kayıp olmuştu. O iyi bir hekim olmanın yanında iyi bir baba ve eşti. Eşi Doçent Dr. Sema Kürklü ülkemizin ilk kadın kalp cerrahıdır. Bugün Edip Kürklü anısına, kurucuları arasında olduğu Türk Kalp Vakfı tarafından her yıl kardiyoloji alanında başarı göstermiş bir hekime ödül veriliyor. Edip Kürklü’yü öldüren şahıs öngörülemeyecek bir komplikasyon nedeniyle ameliyat sonrası hayatta kalamayan akrabasının kan davasını görüyordu.

***

Ne yazık iki zaman içinde mafya iktidarın en yakın arkadaşı oldu. Akademisyenlerin kanıyla duş almak isteyenler seçim zamanı mitinglerle şiddetin bir yönetim biçimi olması için oy istiyordu. Artık teşvik edilen şiddet can almaya doymuyor. Edip Kürklü ile başlayan acılı liste uzayıp gidiyor. Göksel Kalaycı, Ali Menekşe, Ersin Aslan, Sait Berilgen, Fikret Hacıosman, Kamil Furtun… 6 Temmuz günü yitirdiğimiz Kamil Karakaya ile de son bulacak gibi görünmüyor. Doktorlarımıza yönelik saldırılar yaratılan nefret iklimi ile toplumsal şiddet, hatta cinnet ortamında hemşireleri, hasta bakıcılarını, sağlık emekçilerini hedef alıyor. Adaleti tesis etmeye niyeti olan basiretli bir yönetim yaklaşımından çok uzaktayız. Adaletin olmadığı canilerin, katillerin cezasız kaldığı, tahrik indirimleri aldığı düzende -ki aslında düzensizlik demeli- şimdi bireysel silahlanmanın da teşvikiyle ülkemiz her gün yeni cinayetlere uyanıyor. Toplumun her kesiminde artan şiddet ve cehalet kadınlarımıza, çocuklarımıza yönelik katmerlenen istatistikler koyuyor önümüze. Peki ya doktorlar?

***

Farkında mısınız saldırıya uğrayan, öldürülen doktorlarımıza yönelik haberler infial yaratacağına sanki özendirici oluyor. Sosyal medyada şiddeti kınayanlar ve öldürülenler hedef gösteriliyor. Doktorların, sağlıkçıların insanca yaşam hakkını korumak için kurulan meslek örgütü Türk Tabipleri Birliği (TTB) artık daha iyi koşullar için değil de hayatta kalabilmek için iyi bir düzen tarif etmek zorunda. Buna karşın TTB kötü, hain(!) TTB devlet düşmanı, din düşmanı, terörist ilan ediliyor. Oysa bugün TTB hepimizin, gelecek nesillerin sağlığını tehdit eden asbest yüklü gemiyi ülkemizden uzak tutacak farkındalık için sesleniyor. Kendi canlarına kastedenlerin de yaşamını korumak için yapıyor bunu. Çünkü önce bilim, önce vicdan diyenler onlar. Hipokrat yemininin ne anlama geldiğini kavrayamayacak cahil ve bağnazlarla şiddete başvurmadan düşünceyle mücadele eden, kadın cinayetleri için, ormanlarımız için, denizlerimiz için, yaşam hakkımız için seslenenler onlar.

***

Şiddete son verecek adil bir hukuk devletine kavuşmak istiyoruz. 25 Temmuz’da Kemal Kılıçdaroğlu tüm yurttaşlarımızın yaşam hakkına saygılı yeni bir yönetim anlayışı için Balıkesir’den seslenecek. Ankara’dan İstanbul’a yürüyüşle başlayan hak, hukuk ve adalet mücadelesi Balıkesir’den tüm ülkeye yayılarak seçimle noktalanacak. Çünkü ülkemiz, yurttaşlarımız daha iyisini, adil bir düzeni hak ediyor.