Patlamanın ardından ortaya çıkan ilk sekanslar bir AKP klasiğiydi: Evvela hayatını kaybedenler “şehit” ilan edildi, hemen ardından saldırıyla ilgili yayın yasağı getirildi.

Otoriteryen dil anomi üretiyor!
İçişleri Bakanı Soylu’nun İstiklal Caddesi patlamasının ardından yaptığı açıklamalar büyük tepki çekti. (Fotoğraf: DepoPhotos)

Geçtiğimiz hafta tertiplenen İstiklal Caddesi saldırısı, Türkiye toplumunun “her” kesiminde yarattığı üzüntü ve korkunun yanı sıra peşin bir yılgınlığı da tetikledi: Malum 7 Haziran – 1 Kasım tecrübesine sahip olan halkın aynı sürecin muhtemel bir tekrarından duyduğu peşin yılgınlığı… Yine birbiri ardına patlayan bombalardan herhangi birine denk gelme kâbusuyla mı yaşayacağız? Meydanlardan, kalabalıklardan uzak durmak mı gerekiyor? Aynı şiddet sarmalının tekerrürü mü olacak? Egemen hiziplerin ikiyüzlü siyasi hesapları nedeniyle kanı akan insanlar haliyle bu saldırının yaklaşan seçimlerle bir ilişkisi olup olmadığını sorguladı.


Patlamanın ardından ortaya çıkan ilk sekanslar bir AKP klasiğiydi: Evvela hayatını kaybedenler “şehit” ilan edildi, hemen ardından saldırıyla ilgili yayın yasağı getirildi. Olay yerine yakın olan insanlar dahi gördüklerini duyuramadılar, çünkü yaşanan büyük ölçekli infialin ortasında bile sosyal medya kullanıcılarına parmak sallayan kimi iktidar mümessilleri sansür/dezenformasyon yasasının ne ölçüde işlediğinin sağlamasını yapmak ister gibiydi. Farklı olan şey bombayı taşıyan kurye başta olmak üzere patlamayla ilişki olduğu düşünülen pek çok kişinin alışılmadık bir hızda yakalanmasıydı. İçişleri Bakanı faillerin “PKK/YPG bağlantılı” olduklarını açıklayarak ABD’den gelecek taziyeleri kabul etmediklerini söylerken, yakalanan kuryenin görüntüleri yayımlanmaya başlandı medyada: Suriyeli olduğu söylenen bir mülteci kadındı melanet, sarışın muktedir öznenin temsili olan bir kadın polisin refakatinde emniyete götürülüyordu…

Bu imajinatif düzenek çok fazla şeyi akla getiriyor elbette ki. Evvela kuryenin mülteci olmasının ciddi bir kitlesel histerinin ateşleyicisi olabileceğini kabul etmemiz gerekiyor. Sürecin 7 Haziran - 1 Kasım’a nispeten en önemli farklarından biri bu. Mülteci meselesindeki kafa karışıklığı tüm tartışmalara sirayet edecektir. Çünkü bundan medet umanlar az değil: Bir tarafta Ümit Özdağ gibi ırkçılar var örneğin, diğer tarafta ümmetçilik paltosunu giyinip ülkeye doldurduğu mültecileri Batı’ya karşı bir koz olarak kullanmak isteyen AKP. Burjuva muhalefet de var tabi, Batı’yla çelişmemek için “ülkelerine geri göndereceğiz” dediği “mülteci kardeşlerini” güle oynaya uğurlayacağını söylerken her fırsatta “hudut namustur” şiarına koşar adım sarılmaktan çekinmiyor. Dahası da var, AB fonlu mülteci araştırma dernekleri zırt pırt araştırma yapıp Türkiye’de proletaryanın ne de ırkçı olduğunu rapor etmekten gayrısını yapmazken, ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını tetikleyen sınıfsal çelişkileri paranteze alıp geçiyor örneğin. Aynı denklemden dem vuran liberal sol da malum ırkçılık yaftasını pek sevdiğinden, hakiki sosyolojik sorunsallaştırmalar dahi “ezberlere” kurban gidiyor. Bu konjonktürde sosyalist solun mülteci politikasını netleştirmesi elzem.

Üstelik ortaya çıkabilecek “kitle refleksleri” bununla sınırlı kalmayacaktır. Medya tekelini ele alan iktidarın ilk dakikadan itibaren “moral paniği” teşvik etmeye yönelik açıklamaları aşikâr. Tıpkı 7 Haziran – 1 Kasım sürecinde olduğu gibi yüksek soyutlama düzleminde bir güvenlik söylemi kurgulanıyor. Yine insanların kamu yaşamına korkuyla dâhil olduğu, kolluk kuvvetleri daha sormadan kimlik göstermeye, üstlerini aratmaya fevkalade istekli olduğu, hatta bilfiil polisliğe soyunduğu, ihbarcılığın tavan yaptığı bir dönemin daha yaşanması olası. Fakat bu celsede de ufak bir fark var: Söylemsel kudretine pek fazla güvenen iktidar mümessilleri teşvik ettikleri moral paniği kendi istedikleri yörüngeye kanalize etme yetisine bu sefer sahip değiller. Çünkü aynı güvenlik söylemine OHAL döneminde suspus ettikleri toplumu bile adapte etmeyi becerememiş, bu yüzden kullandıkları retoriği “toplumsal huzurdan hıyanetin tasfiyesine” doğru sündürmek zorunda kalmışlardı. Haliyle patlamanın seçimle ilişkili olup olmadığı sorusunu soran insanları (ki bu hemen herkes oluyor) “cani ve şeytan” ilan eden Süleyman Soylu’nun otoriteryen çıkışı bu nedenle bir sehvi kelam içeriyor. Bu soruyu sormak demek doğrudan iktidarı ya da devleti itham etmek demek olmadığından, tartışmaya dahi mahal vermeksizin hemen gardını alan İçişleri Bakanı var olmayan bir ithamı deruhte eder gibi kuşkuları daha fazla üstüne çekiyor. Kapatılmış kamusallığın en hakiki sancısı zuhur ediyor böylelikle: Otoriteryen dil anomi üretiyor. Egemenler, tabandan umarsız tabiiyet talep ederken bütünlüklü bir söylev türetemiyor; devlet organının ta kendisi halk nezdinde naylonlaşıyor bu nedenle, burjuva devlet toplumsal amaçlarla ilişkisi kalmayan bürokratik bir “kapağı atma” merciinden fazlasını ifade etmemeye başlıyor. İşte sosyalist solun örgütlenme çalışmaları da böyle dönemlerde daha fazla önem arz ediyor; yanlış anlaşılmasın, bu çalışmalar böyle dönemlerde daha fazla revaç bulduğu için değil, bilhassa emekçiler bu dönemlerde moral ve güvenilir sığınaklara daha fazla ihtiyaç duymaya başladığı için.

Nihayet cümle iktidar mümessili ve hatta burjuva muhalefet güvenlik söyleminin farklı lehçelerini göndere çekerken sosyalist solun temkinli olması gereken bir şey daha beliriyor. Burjuva söyleminde yer alan tüm söylevleri aşan bir tinsel fazla olarak ideoloji… Yabancı düşmanlığından ırkçılığa, dinciliğe, milliyetçiliğe hatta cinsiyetçiliğe uzanan bir yelpazede, böylesi infiallerin ardından burjuva hiziplerin çıkar sağlamaya çalıştığı her anlatıyı, onların sınıflı toplumun kahrediciliğine verdiği her aldatıcı yanıtı boşa düşürmek gerekiyor bu yüzden. Gösterdikleri hedeflere kanmaksızın hem de…