“Safları sıklaştırın!” mealindeki politik çağrılara yabancı sayılmayız, çoğunlukla da siyasi iktidarlara karşı mücadele yürütenlerin saflarında duyulur. Bu çağrılarda, saflaşarak iri, sıkı durarak diri olmak amaçlanır. Fakat nicedir memlekette “safları saflaştırmaya” dönük tutumlara daha sık rastlanır oldu. En son örneği Türkiye solunun Cumhur ve Millet ittifakları dışındaki birlik arayışlarında görülüyor. Ancak “safları saflaştırma” eğilimi ne bize özgü ne de içinde bulunduğumuz an ile sınırlı. Memleket ahvaline geçmeden önce konunun geniş kapsamı üzerinde durmak, açıklayıcı olabilir.

Muhalefeti kendi içinde saflaşmaya, dolayısıyla parçalanmaya, sonunda da kendi üzerine kapanmaya iten yukarıdaki tutum hakkında ne kadar tartışılsa yeridir. “Muhalefet krizi” olarak da adlandırılan bu eğilimle yüzleşmeden, neoliberal sermaye gündeminin icracısı olan iktidarların uzun addedilecek süreler dahilinde güçlerini nasıl koruyabildiklerini açıklamak eksik kalır.

Neoliberal yönetişim mimarisi az iş yapmadı; uluslararası işçi sınıfı hareketinin iki yüz yıllık kazanımlarını farklı düzeylerde dünya ölçeğinde tasfiyeye girişti ve bunda da emperyalist-kapitalist sistem namına azımsanmayacak başarılar elde etti.

NEOLİBERAL TEHDİT

İşçi sınıfı kazanımlarını geniş kapsamda düşünelim; kazanımlar listesinde egemen bir halk olarak modern ulus oluşumu ve sosyal yurttaşlık statüsü, başta gelir. Eşitlik ve özgürlük arzusunun burjuva ve proleter biçimlerini farklı derecelerde temsil eden bu ögeleri, ciddi bir meydan okumayla karşılaşmadan çözmek ve tasfiye etmek, az iş değildir. Piyasa gereklerinden bağımsız yaşam olanakları ve kolektif iradeleri neoliberal gündemin tehdidi altındaki geniş kitleler, kapsayıcı ve dirençli bir cephe teşkil edemediler. Zira neoliberal saldırının sermaye karakteri ayan beyan iken, direniş cephesini şekillendiren motiflerde kültürel kimlik siyasetinin izleri hâkimdi.

Evet, neoliberal evrede kimlik siyaseti muhalif saflarda saflaştırıcı etkiler yaratmıştır; ama buradan kalkarak kimlik siyasetini külliyen mahkûm etmek, gerçek sorunla yüzleşmeyi ertelemek demektir. Hele de kimlik siyasetini, kategorik olarak neoliberal yönetişim mühendisliğinin elverişli aparatı gibi taktim etmek, sahici çözümlerden sakınmanın göstergesidir.

İhtiyaç bellidir: 1848 proleter devrim dinamikleri ile 1968 devrimci dalgasının dinamiklerini sentezleyerek aşacak enternasyonalist bir devrimci hareketin varlığı! 21. Yüzyıl’da bu sentez, tüm canlı formları ile birlikte insanlığın kurtuluşunun da programı olacaktır.

1848 proleter devrimleri ile açılan yolda hâkim motif eşitlikçilik idi; ki bu motif çoğu pratiklerde özgürlükler pahasına gerçekleşti. 68’de ise baskın olan özgürlükçü motifler idi; bu hatta ilerleyen yeni toplumsal hareketler, çoğu zaman özgürlük taleplerini eşitlik pahasına gerçekleştirdiler. Neoliberalizmin ideolojik hegemonyası işte bu yarıktan beslendi; özgürlük körü eşitlikçiliğe totaliter damgası vuruldu; eşitlik körü özgürlükçülük piyasa serbestisi ile özdeş tutularak demokrasinin önkoşulu kılındı.

1789 Fransız Devrimi’nde büyük insanlık arzularının ifadesi olarak birlikte anılan Özgürlük ve Eşitlik, izleyen iki yüzyıl boyunca iç içe ve bir arada gerçekleşme zemini bulamadı. Sermaye sınıfı bakımından, fırsatlarda eşitliğin ötesine uzanan eşitlik arzusu, özgürlükleri –siz onu piyasa serbestisi anlayın- boğan etkilere sahiptir. Bunlar için sınıfsal eşitsizlikler “farklılık”, serbesti ise özgürlük demektir.

YEGÂNE SINIF

Eşitlik ve özgürlüğün bir arada ve iç içe gerçekleşmesinde çıkarı olan biricik sınıf, işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı, hem kapitalist toplumsal ilişkiler içindeki nesnel konumu hem de toplam nüfus içindeki büyüklüğü itibarıyla kendi sınıf çıkarını toplumun/insanlığın ortak çıkarı mertebesine yükselterek örgütleyebilecek yegâne sınıftır. Sınıfsal eşitsizliklerinin maddi temellerinin ortadan kaldırılması, cinsiyet, etni, inanç tabanlı eşitsizliklerin geriletilmesi için sadece güçlü bir zemin sunar. Kültürel kimliklerin eşitsizlik kaynağı olmaktan çıkmaları, mevcudiyetlerini “farklılıklar” olarak sürdürmeleriyle mümkündür. Bu da kendi kimliklerini gerçekleştirme ve geliştirme bakımından ne ölçüde özgür oldukları ile ilgilidir.