Almanya, 1999’da NATO’nun Sırbistan’a karşı yürütülen askeri müdahalesine hava kuvvetleriyle katıldı. Böylece II. Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan Federal Almanya Cumhuriyeti’nin silahlı kuvvetleri, ilk kez açıkça bir savaşta yer almış oldu.

Ondan sonra da bu süreç devam etti. Alman Ordusu günümüzde dünyanın birçok yerinde NATO ya da Birleşmiş Milletler (BM) kapsamında görev yapıyor.

Ancak Sırbistan’a yönelik müdahalenin hukuki boyutları halen tartışmalı. Ne Almanya ne de ittifak üyelerinden biri saldırıya uğramıştı, ortada BM Güvenlik Konseyi’nce alınmış bir askeri müdahale kararı da yoktu. Halen bu müdahalenin anayasaya ve uluslararası hukuka karşı olduğunu savunanlar var.

Bu tartışmalı kararı iktidarda bulunan sosyal demokrat-yeşil koalisyon hükümeti almıştı. Böylelikle Yeşiller Partisi, kuruluş ilkelerinden birinden de fiilen vazgeçmiş ve artık “ülke yönetebilir” bir parti olduğunu kanıtlamıştı. Yani “rüştünü ispatlamış”, müzmin muhalif olmaktan kurtulmuştu. Partinin temelini oluşturan barışçı, pasifist gelenek artık tarih olmuştu. Savaş karşıtları azınlığa düşmüş, ağızlarını her açtıklarında parti yöneticilerince “iflah olmaz hayalperestler” olarak alaya alınmış, hakaretlere uğramışlardı. Ondan sonraki gelişmeler ortada. Mevcut sisteme alternatif olarak ortaya çıkan Yeşiller Partisi, artık sağdaki partilerle (CDU ve CSU) koalisyona sıcak bakıyor, şimdiye kadar eyaletler ya da yerel düzeyde yaşanan bu ortaklığı, federal düzeyde gerçekleştirmeye hazırlanıyor.

Son gelişmeler muhalefetteki Sol Parti’nin de benzer bir süreçle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Kısa bir süre önce Almanya Sosyal Demokrat Partisi (SPD) yöneticileri, önümüzdeki yıl gerçekleşecek genel seçimlerden sonra içinde Sol Parti’nin de yer alacağı bir “ilericiler koalisyonu”nu tercih ettiklerini açıkladılar.

Sol Parti, diğer sistem partileriyle (SPD ve Yeşiller) koalisyona girerek ülke yönetebilir bir parti olduğunu kısmen kanıtlamıştı zaten. Başta başkent Berlin olmak üzere çeşitli eyalet hükümetlerinde koalisyon ortağı oldu. Hatta Thüringen eyaletinde, Hıristiyan demokratların da desteğiyle azınlık hükümeti kurdu. Ancak bu “yönetebilirlik” eyaletler düzeyinde. Siyasetin uluslararası ittifaklar, ülke dışına asker göndermek, savaşa katılmak gibi alanları dahil değil bu yönetim süreçlerine. Şimdi söz konusu olan ise federal düzeyde “yönetme yeteneği…”

SPD-Yeşiller ve Sol Parti’nin ortaklığında oluşturulacak bir federal hükümete yönelik itirazlar da, öncelikle savunma ve dış politika alanında.

Sol Parti’nin geçmişinde Yeşiller’deki gibi “pasifizm” yok. Ancak, Almanya’nın doğusundaki sosyalist döneme (DDR – Demokratik Almanya Cumhuriyeti) damgasını vuran iktidar partisi SED (Sosyalist Birlik Partisi) ve batıdaki SPD’den kopan sol sosyal demokratların kurduğu WASG’nin (Emek ve Sosyal Adalet – Seçim Alternatifi) birleşmesiyle ortaya çıkan bu partinin dış politikasının temelini savaş karşıtlığı, NATO’nun dağıtılması ve Almanya’nın NATO üyeliğinden çıkması gibi talepler oluşturuyor. Sol Parti, Avrupa Birliği’ne (AB) karşı da mesafeli. Gerçi AB üyeliğinden çıkılması gibi bir talebi yok, ancak “AB’nin yeniden başlatılması”nı savunuyor; birliğin dış ve güvenlik politikalarına da temelden karşı.

SPD ve Yeşiller’in olası bir ortaklık durumunda Sol Parti’nin dış politikadaki tutumuna yaklaşması kesinlikle mümkün değil. O halde Sol Parti çoğunluğunun da olumlu baktığı bu koalisyon nasıl kurulabilir?

Bunun yanıtı birkaç gün önce Sol Parti Dış Politika Sözcüsü’nden geldi:

“Partimin büyük çoğunluğu Avrupa’nın entegrasyonundan yana. Bunun başka alternatifi de yok. NATO’ya gelince durum farklı. O, DDR açısından her zaman bir batı ittifakıydı. 1990’da içinde Rusya’nın da yer aldığı ortak bir güvenlik ittifakı kurulabilirdi ve bu olmalıydı. Partim şimdiye kadar hiçbir zaman Almanya’nın NATO’dan çıkmasını talep etmedi. Onun yerine böyle bir yapının içinde yer alınmasını savundu. Ancak bütün bunların bir koalisyonla ilgisi yok. Böyle bir yapı için başka pek çok ülkenin katılımı gerekir. Asıl problem, bizim ilkesel olarak yanlış bulduğumuz ülke dışındaki askeri görevler.”

NATO üyeliğine artık itiraz etmeyen ve ittifaktan çıkılmasını hiç savunmadıklarını ifade eden sözcü, Almanya’nın üstlenebileceği görevlere de örnekler veriyor:

“Örneğin NATO üyesi olarak çatışmaların yaşandığı her yerde arabulucu olarak devreye girebiliriz. Bunu eskiden Finlandiya ve İsveç gibi bağlantısız ülkeler yapmıştı.”

“30 yıllık muhalefet yeter. Artık başka bir rol de üstlenmemiz lazım” diyen sözcü, herhangi bir politikacı değil; partinin yaşayan en önemli liderlerinden Gregor Gysi.

Uzun yıllar partinin genel başkanlığını yapan, bir dönem Avrupa Sol Partisi’nin de liderliğini üstlenen 73 yaşındaki Gysi, kısa bir süre önce partinin “dış politika sözcülüğü”ne getirilmişti.

1919’da sağcı askerler tarafından öldürülen Alman solunun liderleri Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht, Berlin’de her yıl ocak ayında binlerce kişinin katıldığı törenlerle anılırlar. Sosyal demokrasinin en solunda yer alan, Almanya’nın savaşa (I. Dünya Savaşı) girmesine en radikal muhalefeti yapan Luxemburg ve Liebknecht, savaştan sonraki devrimci süreçte SPD’yle uzlaşmayı reddetmiş, Almanya’yı sosyalizme yöneltmeyi denemişlerdi.

Luxemburg ve Liebknecht’i her yıl ananların başında, onları tarihsel önderleri olarak kabul eden, özellikle savaş karşıtı çıkışlarını ilke edinen Sol Parti yer alıyor.

Bakalım Gysi’nin son çıkışı, partinin bu geleneğiyle nasıl uzlaşacak?

Yeşiller gibi “ülke yönetme yeteneği” olan bir parti mi olacak, yoksa tarihine sadık mı kalacak, zaman gösterecek…