Yurtdışına adım atar atmaz keşfetme duygusu sarar herkesi. Ama yine de bazı klişelerden uzak durmak, tatilinizi daha özel bir hale getirebilir

Tatilde uzak durmanız  gereken turist klişeleri

İkinci Dünya Savaşı’nın en büyük utanç merkezlerinden birisi olan Auschwitz Esir Kampı’nın önünde Nazi selamı vererek birbirinin fotoğrafını çeken iki üniversite öğrencisini hatırlıyorsunuz değil mi? Hatırlatalım, Türkiye’nin yetiştirdiği 2 sivri zekâydı. Sadece 2 ay sonra ne oldu biliyor musunuz? Aynı esir kampının önünde 2 üniversite öğrencisi daha Nazi selamı verirken göz altına alındı. Merak etmeyin yine bizdendiler. Vize alma sürecinin sıkıntılı ve giderek daha da masraflı olmasından mıdır, ilk kez yurtdışına çıkmanın heyecanından mıdır, kısa sürede hiçbir şeyi kaçırmayayım telaşı mıdır bilmem ama Türkiye insanının Kapıkule’yi geçtiğinde kimyası değişiyor. Maksat kendi insanımızı kötüleme kervanına katılmak değil, zira aşağıda okuyacağınız kaçınılması gereken davranışlar sadece bizim değil tüm milletlerden insanların kaçınması gereken hareketler. Ülke dışına çıktığınızda kendinizi kaybetmeyiniz, Mars’a ayak basmış gibi davranmayınız ve aşağıdaki acayiplikleri rica ediyorum yapmayınız.

Toplu taşıma beleşçileri: Oslo’da 48 saatlik toplu taşıma kartı almıştım. Kart tam 48 saat için değil alındığının ertesi gününün sonuna kadar geçerliydi. Bunu adım gibi bilmeme rağmen Norveç’in ateş pahası fiyatları ve o gün Hollanda’ya dönecek olmam ilk kez aklımı çeldi. Oslo metrosuna kartın süre bitiminden sonra bindim, kontrol görevlisi geldi, kendisine çektiğim, muhtemelen her gün görmekten artık bağışıklık kazandığı “aptala yatma” numarasını elbette yemedi, beni metrodan indirdi, yetmedi hakkımda işlem bile yaptıracaktı (haklıydı), derken beni bir başka görevli kurtardı. Cengiz abi. Norveç metrosunda güvenlik olarak çalışan gurbetçi abimiz olmasa ceza gibi bir ceza yiyecektim. Bunu Amsterdam’da yapan bir dolu turist görüyorum. Yapmayın etmeyin, o kondüktör geldiğinde çekilen numaralar, sıralanan yalanlar ve sonundaki yalvarmaya değmez.

Hayatı objektiften görenler: Müzeye girer girmez tableti açıp havaya kaldırarak 360 derecelik dönüşlerle, akıllı elektrik süpürgesi gibi döne döne dolaşanlar var biliyorsunuz. Van Gogh tablosunu çıplak gözle görmek yerine telefon veya tablet ekranından görmeyi tercih edenlerden bahsediyorum. Bahse girerim ki selfie hayatımıza girdiğinden beri Mona Lisa tablosunun önünde resim çekenlerin sayısı resmi görmek için Louvre’a gidenlerin sayısından fazladır. Bir de bu güruhun içinde resmin önünde durup incelemek isteyenlere kızanlar var “kardeşim 200 avro uçak, 300 avro otel, 15 avro müze bileti parası verdik ne önümüzü kesiyorsun?” modunda. Bunun en güzel örneğini St. Petersburg’da Hermitage’da yaşamıştım. Rafael’in küçük bir tablosundaki ayrıntıları görmek için iyice yaklaşmıştım. Tablo ile aramda kalan 50 santimetreye havadan bir fotoğraf makinesinin girdiğini gördüm. Arkamdaki Uzakdoğulu daha fazla dayanamamıştı.

Aynı bizim köy: Amsterdam İstasyonu’ndan çıktım, Dam Meydanı’na doğru yürüyordum, 2 adım arkamdan şöyle bir çıkış geldi: “Abi aynı bizim Kadıköy Bahariye işte.” Yabancı ülkede gittiği her şehri kendi yaşadığı şehre ya da büyüdüğü köye (aynı bizim Kocakaymaz Yaylası) benzeten bir ekip var biliyorsunuz. Hatta bazen bu insanların bu lafı söylemek için ülkeden çıktıklarını düşünenlerdenim. Sahili Datça’ya, doğal parkı Abant’a, alışveriş caddesini Nişantaşı’na benzeterek ellerine ne geçiyor bilmiyorum, ama bu espri ömür törpüsünden başka bir şey değil. Bırakınız efendim.

Aç kaldık: Yıllar önce bir bankacı iken iş arkadaşlarımdan birisi Çekya-Slovakya turu yapmıştı ve geri döndüğünde ilk söylediği “Vallahi Fırat aç kaldık, oralarda yiyecek hiçbir şey yok” olmuştu. Aynı lafları Uzakdoğu’dan dönenlerden de duyuyorum. Bu insanlar nerelerde dolaşıyor, hangi lokantalara giriyor gerçekten büyük merak içerisindeyim. Taylandlıların sadece köpek, Almanların sadece domuz eti yediğini düşünen bu cehalet, bir dönerci, bir balık lokantası da mı bulamıyor cidden şaşırtıcı. Lütfen gözlerinizi açın, biraz araştırın ve tatilden döndüğünüzde “her yer domuz eti kokuyor” sığlığından kurtulun.

Do you know who I am? (Kim olduğumu biliyor musun): Bu madde daha çok Batı Avrupa yolculukları için geçerli. Türkiye servis sektörünün oldukça geliştiği bir ülke. Lokanta, mağaza ve kafelerde müşteriye olan ilgi ve alaka üst düzeyde. Kuzey ve Batı Avrupa ülkelerinde ise bu alakayı görmemeniz çok normal. Doğum günü pastasını, doğum günü olan kişinin aldığı bir coğrafyadan bahsediyoruz. Bu sebeple herhangi bir süpermarket veya mağazanın kapanış saatinde kapıyı zorlamanın mantığı yok. Aynı mantıkla özellikle garsonlar, kasa görevlileri veya satış görevlilerinden sürekli güleryüz bir yana sizi şaşırtacak kontralar görebilirsiniz. Bu yüzden “bana müdürünüzü çağırın?”, “yetkili biriyle görüşebilir miyim?”, “benim kim olduğumu biliyor musunuz?” türü çıkışlar itinayla geri çevrilecektir.

Kiev Otobüsü Sendromu: İnternette, Kiev otobüsü isimli videoyu arayıp izlemenizi tavsiye ederim bu maddeyi okurken. Yurdum erkeklerinde (evet bu müthiş tavır sadece erkeklerde var) Kapıkule’den çıktığınızda “merhaba” denilen her kadının “işte ömrüm boyunca aradığım adam, o zaman bu akşam saat 8’de” cevabını vereceğini sanan hedefe kitlenmiş bir cengaver grubu var. 2. Dünya Savaşı’ndaki sniper timini aratacak bu kitle Avrupa barlarında düşman arar gibi karşı cins arıyor. Bu arkadaşların tatil bütçesi uçak, otel, yemek, hediyelik, barda ısmarlanacak içki şeklinde gidiyor. Uçağa binerken bir sırtlarına vurmadığımız var.

Kefenimizi giydik Tax Free: Yurtdışına çıkacağınız belli olduktan sonra yapmamanızı tavsiye ettiğim ilk şeylerden birisi hayatını Duty Free üzerine kurmuş arkadaşlarınızı gördüğünüzde yolunuzu değiştirmeniz. Duty Free (ya da bizdeki yaygın terimle “fri şop”-sanki içeri girip ne varsa kaldırıp çıkıyormuşsun gibi) marketi Türk insanı için okul, stadyum, hastane gibi yapılardan çok daha önemli. Ben kitle sayesinde yurtdışından 1 bavulla gelip, havalimanından 3 çantayla çıkan adam biliyorum. Bir de arada atlanan birisi olursa size tavır koyuyor biliyorsunuz. Uyuşturucu kuryeleri “gümrüksüz çıkış” tabelasına yaklaşırken bu kadar gerilmiyordur.

Tarihi eser dokunmacılığı: Müze ve kiliselerde tablo ve heykellere dokunduğunuzda bir anda binanın tavanında bir ışık hüzmesi belirmiyor size hayatın sırrını uzatan. Aynı şekilde ressam/heykeltraşın yeteneği elektrik gibi iletken değil. O tarihi eserler yüzyıllar boyu çok ciddi ve profesyonel ekiplerin çalışmalarıyla muhafaza ediliyor, yoksa her Rembrandt’ın Nachtwacht’ının boyunu karışla ölçmek isteyen bir el atsaydı tablonun adı “Temiz Eller” olurdu. Bu yüzden tablo ve heykellerin önüne çekilmiş o sınırı geçip tüm güvenliği etrafınızda toplamayınız.

Yürek dağlayan pozlar: Sağ baştan sayıyorum. Pisa Kulesi’ni itme, güneşi ağzının içine veya avucuna alma, Tac Mahal veya piramitleri tepesinden tutma, havuza uzanmış ayaklar, elle yapılmış kalp, Abbey Road’da yürüme, su birikintisindeki yansıma, Salar de Uyuni Gölü’nde perspektif, Afrika veya Güney Amerika’daki dişsiz amca, arkadaş grubuyla havaya zıplama, siyah-beyaz dar sokak, fakir küçük çocuk, kedi, deniz kenarındaki kokteyl ve elbette yılların eskitemediği Londra kırmızı telefon kulübesinde elde ahize… Siz yine kendiniz için hoş bir anı biriktirin, ancak aynısından 349247 tane gördüğümüz fotoğrafları bir de siz çekmeseniz de olur.