Türkiye toplumunun derin bir ‘yozlaşma’ içinde olduğundan dertlenenler az değil. Özellikle “muhafazakar- dindar” kesime yönelen bu suçlama, en çok da aynı kesimin ‘yazıp çizenlerince” dillendiriliyor.

İstanbul Sözleşmesi tartışmaları da bu bağlamda sürüyor. Sözleşme, netameli “geleneksel- dindar- muhafazakar” aile yapısını yozlaştırmakla suçlanıyor. Öyle bir aile yapısı var mı, sorusunu bir yana bırakalım. Bir zamanlar liberallerle aynı çanakta dolanan Abdurrahman Dilipak, kendi kesiminden kadınlara, sonradan ben aşırılık (fahiş) köküne gönderme yaptım, diye kıvırsa da, “fahişe bile” dedi!

Muhafazakar- dindar kesime ve özellikle kadınlara yönelik yozlaşma ithamını, “öyle olmayanlar” da benimsemiş durumda. İstanbul Caz Festivali’ ne katılma hakkı kazanan “başörtülü” Büşra Kayıkçı’ yı “Başörtüsüyle piyano çalmak günah değil miydi? İslamcılar kudurur şimdi” diye sarakaya almaya kalkanlar oldu. Tabi, “çağdaş” (ne demekse?) kadınlara siyasal İslamcıların ve ortalama errkeklerin saldırıları bu kadar naif değil. Onu ben alırım, bunu sen al tarzı ganimet ve tecavüz fantezileri en hafif saldırı tarzı. Aynı çağdaş kesimlerden de kendi mahallerindekilere siz böyle yozlaştığınız için dindarlar kazanıyor, diye çemkirenler var.

Sözün özü, her kesim karşıyı ve kendi içini, ama özellikle kadınları “yozlaşmakla” suçluyor!

Yozlaşma (dejenerasyon), doğasında, soyunda bulunan iyi nitelikleri sonradan yitirmek, soysuzlaşmak demek. Bugün Türkiye toplumunda olup bitenleri bu kavramla açıklamaya/ anlamaya kalkmanın yeni tür bir gericiliğe kapı açtığını düşünüyorum.

Kurumların yozlaşmasından söz edilebilir ama toplumun, bireyin yozlaşmasından söz edilemez bence. Kavram, örtük olarak insanda “değişmez bir öz” olduğu varsayımına dayanır. Üç tek tanrılı dinde de, en bilineni Lut Kavmi olmak üzere, yozlaşan toplum/ birey sembolü var. Özünü, geleneğini, değerlerini yitiren, soyunu bozan ve sonunda gazaba uğrayarak yok edilen…

İnsanlar ya da toplumlar, yozlaşmazlar, değişirler.

Bu değişim, içinde yaşadıkları koşulların bir yansıması olmaktan öte değil. Hiçbir zaman doğrusal, tek yönlü, bütünlüklü ve tutarlı olmaz, değişim. İçinde eskiyi ve yeniyi uzun süre bir arada taşıyarak, ama bir noktada yeninin eskiyi geçerek, onu ezerek başat hale geldiği bir süreçle değişirler. Eski olanla, yeni olan mantıklı, tutarlı ve düzen içinde bir arada olamazlar. Çoğunlukla da uyumsuz, birbiriyle çelişik, tutarsız bir bir aradalık hali gözlemlenir.

Demem o ki, yozlaşmadan değil bir tür “parçalı” (fragmante) birlikten söz etmek mümkün. Parçalar, birbiriyle tutarsızdır ama bir aradadırlar. Birey, bu parçalardan her birine sahiptir ve birinden diğerine akışkan geçişleri kolayca gerçekleştirir.

Eril dilin, söyleminden ödünç alırsak günümüz muhafazakarı, “camide dindar, piyasada vahşi kapitalist, evde muhafazakar, sokakta ganimetçi saldırgan, ülke içinde ırkçı milliyetçi, uluslararası alanda ise sermayeci- fırsatçı” kimliklerini bir arada ve hiçbir rahatsızlık duymadan yaşayabilir.

Akışkan kimlikler arası geçiş çözülme düzeneğiyle olur. Zihnin/ benliğin “çözülme” (dissosiasyon) işlevi, 19. yüzyılda P. Janet tarafından tanımlanmıştır. Zihnimiz/ benliğimiz toplam bütünlüğünü kaybetmeden, geçici olarak parçalarının birbirlerinden çözülebilmelerini sağlayabilir. Gündelik hayatta hepimiz “çözülmeler” yaşarız. Aynı anda pür dikkat yemek hazırlarken, arkadaşımızla derin bir dedikoduyu sürdürebiliriz.

Böylece Ayasofya’da Cuma namazını eda edip, işyerine dönen patron, işçisini gözünün yaşına bakmadan ücretsiz izin adı altında işten atabilir ve hemen ardından ihaleyi kapmak için rüşveti gönderip, akşam eve dönerken başka kadına (ikinci eş) uğrayıp, yatsı namazına eve yetişebilir, sabah bayram namazı sonrası kurbanını kestirip, yoksullara dağıtabilir ama Kürt komşusuna da göndermeyebilir. Birbiriyle uyumsuz hatta çelişik bu kimliklerin tümünü bir arada yaşantılayabilir ve kendisini hepsi olarak tanımlar. Eleştirileri ise hiç gocunmadan hatta şaşırarak, o başka bu başka gibi basit bir yanıtla karşılayabilir. Oyunu talimatla kullanan ve belediye meclisinde yer kaparsa arsasına ballı imar açtırabileceğini bilen delege de, partide sol adına kimsenin bırakılmadığı bir tasfiye kurultayının akşamında zaferini çav bella söyleyerek kutlayabilir.

Elbet, bütün bunları inanmadan, gösteriş için yapanlar da vardır. Bu inançsızlar daha çok politika ve iş dünyasının kodamanlarıdır. Ama, sokakta, bu kimliklerin her birine samimiyetle bağlı sıradan insanların çoğunlukta olduğunu bilmeliyiz.

Bu insanlar yozlaşmıyorlar, değişiyorlar. Değişirken de birbiriyle tutarsız kimliklerini parçalı benlik halinde iç içe yaşantılıyorlar. Bir halden öbürüne kolayca akıp her bir kimliklerinin içinde sorunsuzca yaşıyorlar. Biri diğerine kör ya da her birinin “vicdanı” farklı olduğundan da pek bir sorun yaşamıyorlar.

Hem “Dr. Jeykl ve Mr. Hyde’ın tuhaf hikayesi”, hem de “Frankeistein” romanlarının da yine 19. Yüzyıl sonunda yazılması rastlantısal değil. Benzer bir değişim Viktorya çağı Avrupa’sında da işlemiş ve sonunda günümüzün “Avrupalı, batılı” birey sterotipi baskın hale gelmiştir*.

Türkiye toplumunun, sağıyla soluyla, dindarı dinsiziyle, üretim ilişkilerinin değişimiyle yaşantıladığı bu değişim süreci, ancak devlet ve kurumları gerçek anlamıyla laik olabilirse en az sancıyla akmaya devam edebilir. Açıkça parti kurup oy istese % 5 alabileceği bile şüpheli olan “sünni şeriatçı siyasal İslamcıların” dehşet içinde fark ettikleri de bu süreçten başka bir şey değil. O yüzden gemi azıya almışçasına saldırıyorlar.

Büşra Kayıkçı’yı hem başörtücü hem de başörtüsüzcü errkeklerden ve dindar kadınları da Abdurrahman Dilipakgillerden koruyabilecek olan devletin tüm kurumlarıyla laik olmasıyla mümkün. Oysa şimdilerde bir emperyalist kalkan olarak inşa edilen siyasal İslamcılık, neoliberalizme eklemlenmiş bir toplumu, ancak açık devlet şiddeti ile zapturapt altında tutmaya çalışıyor. Hilafet tartışması boşuna değil.

Bu kez ekonomipolitik değişim siyasal iktidarın önüne geçmiş durumda ve iktidar bu değişimi şeriatçı/ saltanatçı bir baskı rejimi ile bastırmaya çabalıyor. Şimdi “samimi” dindarlar laikliği savunmazlarsa ilk onlara yönelecek saldırı.

CHP, bu değişimi anlamak bir yana, yozlaşma vurgusu ve dinsel söylemle RTE’ i hem meşrulaştırıyor hem de elini güçlendiriyor. Sosyalistlerin ilk önceliği laiklik savunusu olmazsa, toplumu kaotik bir çatışmanın beklediği söylenebilir.

* Değişimde belirleyici olan çözülme işlevi maalesef çoğul kişilik olarak popülerleşerek bir psikiyatrik tanı kategorisine indirgenmiştir. Janet’ in çözülme kavramı ile Freud’ un bastırma kavramları arasındaki fark, bu köşenin sınırlarını aşıyor.