Solcu, devrimci gençlerin mevcut siyasi örgütlenmelerinde de sendika ve parti örgütlenmelerinde de eski biçimlerimizle yeni insanları dâhil edemeyeceğimizi artık görmeliyiz.

“Umudumuz Z kuşağı” ama “toplantılarda neden genç yok?”
Erciyes Üniversitesi bahar şenliğinde İzmir Marşı okunması sosyal medyada gündem olmuştu.

Katıldığım bir dernek toplantısında, verimli bir sohbet sonunda, bir dostumuz, gençlerin AKP’yi devirmesini umduğunu fakat toplantılarda onları göremediğini söyledi. Sitemliydi… Hangi toplantıları kastettiğini sorduğumda ise sendika binasının ikinci katında hafta sonları yaptıkları kahvaltılı toplantılardan bahsettiğini söyledi. O toplantılarda dostça sohbetler ve ülke gündemine dair kimi değerlendirmeler yapılıyormuş. Kahvaltı sonrası, davet edilen bir akademisyen ya da bilgili bir kişi gelip gündeme dair konuşuyormuş. Son bölümde soru cevap kısmı ile (“soru değil ama katkı” diye başlayan uzun söylevleri duyar gibi olmuştum) panel ya da seminer taçlanıyormuş. Ama hiç genç gelmiyormuş.

İnsanların bir araya gelip fikir alışverişinde bulunduğu bu etkinlikler aslında forum geleneği olarak dünyanın her yerinde mevcut. Bu konuda hem gazetecilik yıllarımda hem siyaset dolayısıyla hem de edebiyatçı kimliğimle epey bir toplantıya katıldım. Hiç gencin olmadığı toplantılara da, sadece gençlerin olduğu toplantılara da katılma fırsatım oldu. Bundan 10 yıl öncesine kadar süren ve benim de sıklıkla konuşmacı olduğum “panel” sistemi, bir tebliğ ve buluşma metodu olarak işe yarar gibiydi. Son yıllarda ise giderek sıkılganlığın arttığını, gençlerin ilgisinin düştüğünü, bunu engellemek için özellikle Avrupa’daki toplantılarda (süre sınırı, moderasyon müdahaleleri, konudan sapmama vb…) sert önlemler alındığını fark ettim.

Bunları neden anlattım? Türkiye’de devrimci hareketin gelişiminde gençler her dönem ilerletici bir güç oldu. AKP rejimine karşı bir direnç unsuru olarak da, 2000’lerin ortalarında IMF eylemlerinde, üniversitelerdeki yumurtalı, boyalı eylemlerde, ODTÜ Direnişi’nde, Gezi İsyanı’nda benzer bir dinamik açığa çıktı. Son dönemde de geleceksizlik, baskı politikaları, eğitim sistemindeki oynaklıklar, dinin en geri yorumuna dayanan siyaset milyonlarca gencin tepkisini çekti. Gençler bu tepkilerini sosyal medyada, sokak röportajlarında çeşitli vesilelerle gösterdi. Sonuç olarak Saray rejiminin hamasi söylemleri gençlerin desteğini hiçbir zaman tam olarak yakalayamadı. Bu da “Z Kuşağı AKP’yi devirir mi” beklentisi yarattı. Ancak özellikle 2015 sonrasında artan baskı döneminde büyümüş, içe kapanık ve teknoloji ile ilişkisi yoğun olan gençler organik bir siyasetin parçası henüz olamadı. Bu durum da “nerede bu Z” kaygısını doğurdu.

Ateş İlyas Başsoy’un da gazetemizde yazdığı gibi “Z Kuşağı” denen tanımlama, tüketim alışkanlıklarına dayalı bir reklamcı sınıflandırmasıdır. Ben bu anlamda baby boomers kuşağını da hatırlatmak isterim. İkinci Dünya Savaşı sonrası 1946-1964 yılları arasında doğan ve adından da anlaşılacağı gibi bir nüfus “patlama”sının sonucu olarak dünyaya gelen kuşağı anlatan bir tanımlamadır baby boomers. Hani şu gençlerin sinirlenip “Ok Boomer” dedikleri kuşak… Özünde tüketim alışkanlıklarını hedefleyen bir tanımlamadır. ABD menşeili ekonomi çalışmalarında daha çok kullanılan bu tabiri Türkiye’ye de uyarlamaya çalıştılar. Savaşa girmemiş ve farklı sosyal siyasal dinamikler yaşamış bir ülke için bu tanım ne kadar doğru tartışılır. Boomer tanımı ne kadar tartışmalıysa Z Kuşağı tanımı da o derece muğlak bence. Bu konuda çıkmış hemen hemen tüm kitapları alıp okumaya çalıştım. Hepsinden de öğrendiğim şeyler oldu ancak genellemeler ve tespitler gözlem odaklıydı, (çocuğu, komşusunun çocuğu, birkaç internet sitesi anketi, sosyal medya kullanım saatleri vb…) ve siyasal, sınıfsal süreçler pek de hesaba katılmamıştı.

Z Kuşağı ile ilgili yazılan kitaplarda ve yapılan araştırmalarda yapılan tespitlerin ortak noktası teknoloji ve sosyal medya odaklı olmalarıdır. Sosyal medyanın akıllı telefonlarla her an ulaşılabilir hale gelmesi, kimlik edinme sürecinin sosyal medyada gerçekleşmesi, gençlerin davranışını belirleyen temel etken olarak görülüyor. Sosyal medyayı, ekranı, akan görüntüyü yoğun kullanan bir çocukluk ve gençliğin ortak özelliği ise bilgiye hızlı ulaşırken derinlemesine incelemek yerine çabuk geçişlerle öğrenmek, bunun bir semptomu olarak duygu geçişlerinin yoğun olması, sıkılganlık, konsantrasyon eksikliği, gerçek kimliğinin dışında da bir kimlik inşası ve bireyselleşme olarak sıralanıyor. Bunlara ek olarak başka hayatları görebilmek, dünyanın herhangi bir yerine sanal ortamda erişebilmek, farklı olanakları keşfetmek, içe kapalı siyasete ilgi göstermelerini engelliyor. Bu bilgiler ışığında yapılacak analiz kuşkusuz çok önemli ama daha çok kentli orta sınıfa özgü tespitler oldukları da gerçek. Kurye olarak çalışan bir genç, taşrada yaşayan bir genç, kâğıt atık toplayan bir genç, hayatta kalmaya çalışan bir genç, hizmet sektöründe 15 saat çalışan bir genç bu tanımların birçoğunun dışında kalabilir.

Başa dönüp toplantılarda neden genç yok sorusuna dönersem burada iki meselenin üzerinde durmak isterim. Birincisi “sonuç alıcı siyasi mücadele…” Genç dediğimiz kişiler, UNESCO’ya göre 15-24, BM’ye göre 12-24 yaş arası, bize göre yaş 35 yolun yarısı, son 20 yılda AKP dışında bir şey görmediler. Muhalefet dediğimiz şeyin de kimi direnişleri ve son yerel seçimleri saymazsak henüz bir başarısını görmediler! “Gezi’deki gençler” dediğimiz gençlerin bugünkü gençlerle pek ilgisi yok çünkü bugün 19 yaşında olan üniversiteli bir genç Gezi Direnişi döneminde 10 yaşındaydı. Türkiye’deki geniş gençlik kesimlerinin ortaya çıktığı anlara bakarsak, daha çok seçim gündemleri, sosyal medyadan sınav tarihi protestoları gibi doğrudan sonuç almaya yönelik anlar olduğunu görürüz. Bu anlamda daha hedefli, daha somut ve daha meşru bir mücadele programına ihtiyaç olduğu kesin.

İkincisi de feyzli panelistler tarafından sürdürülen tebliğ tarzındaki siyasi tartışmaların gençler açısından çekici olmadığı… Bu uzun süredir sorun olarak karşımızda duruyor. Evde izlediğim iki kanal olan ve davetlerine gururla icabet ettiğim Halk TV ve Tele 1 de maalesef benzer bir yöntemi takip ediyor. 2-3 kişi bağırıyoruz, kızıyoruz, uzun uzun konuşuyoruz, 4-5 saat insanlar bizi izliyor. Peki, ne yapacağız diye sorduklarında somut bir yanıt veremediğim için, susuyorum ve eleştirmiyorum. Sadece bu kanalların gençler tarafından “anne baba kanalı” olarak kodlandığını görüyorum. Tartışma programlarından bilgiye ya da şamataya dayalı birkaç dakikalık kesitlerin ertesi gün izlenmesi yeterli bulunuyor.

2017 yılında gazetede yöneticiyken Galatasaray Üniversitesi öğrencileri oylama yapmıştı ve yılın gazetesi olarak BirGün’ü seçmişti. Ben de heyecanla konuşma yapmaya gitmiştim. Kulise döndüğümde yanıma gelen öğrencilere sormuştum, “gazeteyi üniversite bayisinden mi alıyorsunuz yoksa dışarıdan mı” diye. “Ne bayisi Twitter’dan takip ediyoruz ya, oradan baktık seçtik” demişlerdi. İster Z deyin ister Ç, kodlar değişiyor tanımlamalar değişiyor.

Bu konulara tüm dünyanın kafa yorduğunu söylemiştim ama devrimci siyasetin bize öğrettiği de bir şey var. Panel, konferans, yayın, toplantı, eylem vb… tüm siyasi süreçlerin daha katılımcı olması artık elzem. Geçmişten beri halkın katılımıyla, halkı siyasi süreçlere katarak örgütlenmeye çalışan devrimcilerin gençlere bağımsız alanlar, kota ve kontenjanlar yaratması gerekiyor. Bu “alın yapın” kolaycılığına ya da başa bir genç getirip kaçmaya indirgenemez. (Bir TikTok fenomeninin “bu böyledir abi” zırvalarını tepemize çıkarmaya gerek yok.) Bahsettiğim daha organik ve tanımlı bir model. Hem genç tanımından kaynaklı hem de yukarıda saydığımız yeni özelliklerin bir sonucu olarak gençler kendileri olabildikleri ve kendilerini parçası hissettikleri işleri sahiplenirler. Siyasi hareketlerin tarihsel yönelimini, değerlerini koruyacak ancak kimi zaman konforun kaçmasını da göze alacak bir pratik gerekli.

Solcu, devrimci gençlerin mevcut siyasi örgütlenmelerinde de, sendika ve parti örgütlenmelerinde de, derneklerimizde de eski biçimlerimizle, kendi kurduğumuz ve aramızda mutlu olduğumuz iç dilimizle, yeni insanları dâhil edemeyeceğimizi artık görmeliyiz. Yeni birisi gelmeye niyet ettiğinde, bize benzemediği için kaygı duyan, rahatı kaçan bir anlayışla toplumu değiştiremeyeceğimiz açık. Bu durum sadece genç-yaşlı meselesi değildir, çağın hızlı deviniminde artık herkesin meselesidir.

Bakın, ben de başlıkta soru soracakmış gibi yaptım, “arkadaşların bıraktığı yerden” söz aldım ve uzun uzun tespitler sıraladım…