Ritimler aksıyor. Uygun adım yürüyenlerin ayakları birbirine dolanmaya başladı. ‘Teneke Trampet’leriyle, faşist mangaların ritmini bozan ‘Oscar’lar çoğalmalı (Günter Grass). Tek bir merkez etrafında birbirine kenetlenenlerin, baş yerine omuzlarında despotlarını taşıyanların ritmik hareketleri faşizmi çoğaltıyor. Cortazar’ın kahramanlarından biri, “alışkanlıklar, ritmin somut biçimleridir” diyordu (Hayvan Hikâyeleri, Can). Faşistler göçebelerden nefret ederler, çünkü “ne ev ne yurt, dolayısıyla […]

Ritimler aksıyor. Uygun adım yürüyenlerin ayakları birbirine dolanmaya başladı. ‘Teneke Trampet’leriyle, faşist mangaların ritmini bozan ‘Oscar’lar çoğalmalı (Günter Grass). Tek bir merkez etrafında birbirine kenetlenenlerin, baş yerine omuzlarında despotlarını taşıyanların ritmik hareketleri faşizmi çoğaltıyor.

Cortazar’ın kahramanlarından biri, “alışkanlıklar, ritmin somut biçimleridir” diyordu (Hayvan Hikâyeleri, Can). Faşistler göçebelerden nefret ederler, çünkü “ne ev ne yurt, dolayısıyla ne inanç ne de yasa tanıyan”lardır; evi, yurdu, alışkanlıkların insanını severler en çok. Ve Arendt soruyor: “Düşündüğümüz zaman neredeyiz?” Yanıtını Platon’un Sofist’inde bulmuştur: “Hiçbir yerde”. Alışkanlıkların, bildik ritimlerin bozulduğu hiçbir yer. Arendt’in sorusunu tersinden de sorabiliriz: “Peki, düşünmediğimiz zaman neredeyiz?” Kesinlikle evdeyiz. Evimiz sağduyunun alanıdır; hep aynının durmadan geri geldiği, basmakalıp düşünceler, tekdüze ritimler ve klişelerle yaşamın sürdürüldüğü yer. Ev, tanıdık nesneler dünyasıdır, belli bir örüntüye göre yerleştirilmiş formlar düzeni. Bizi düşündürtmez; bizi düşünmeye zorlayan bir şey varsa, bu “kesinlikle tanımanın değil, temel bir karşılaşma nesnesidir” (Deleuze). Evde her şey tanıdık ve alışkanlıktır.

Hanehalklarını tek bir merkez etrafında toplarsanız, ülke halkına dönüşür ve evin sınırları da ülkenin sınırlarına dek genişler. Halk tek merkez etrafında kenetlenmiş bir bütündür. Hobbes’a göre halk, “kendisine tek bir eylem atfedilecek, tek iradeye sahip, tek olan şeydir”. İnsan ülkesinde düşünmeden de yaşayabilir, çünkü tüm iradesini merkeze, milli iradeye devretmiştir. Düşünmeye başlamak, evin güvenlikli mıntıkasını, ritmin somut biçimlerini, alışkanlıkları terk etmeyi ve yaban topraklara girebilmeyi gerektirir; tüm sınırların, tüm görünümlerin, tüm formların ötesine geçebilmek, yani hiçbir yere.

Bu yüzden Aristoteles’te düşünür yabancıdır ve düşünme edimi yabancı yaşamdır, ‘bios xenikos’. Düşünmek için evden uzaklaşmayı, yabancı olmayı göze almak gerekir. Bireyler, merkezin çekim gücüne yakalanmışlarsa düşünceye kilit vurulmuştur. Ama herkes düşünebilir yine de; monolitik bir bütün olan halkın içinde erimek yerine, bu yekpare bütünden ‘uzak’ durabildiği ölçüde. Yunanca herkes anlamına gelen ‘hekastos’ sözcüğü, ‘hekas’tan türemiştir, ‘uzakta’ demektir. Bu, mesafe ya da boşluk yaratma meselesidir. Boşluk ya da uzam, bir bedenin kendini gerçekleştirebileceği, bireyleşeceği yaratıcı döl yatağı. Ama olmuyor. İktidarın, boşlukları iptal edecek ve herkesi birbirine kenetleyecek tuzakları vardır mutlaka: Ötekiler. Tek kimlik içinde kapana kıstırılanlar, ötekilere, çokluğa düşman kesildikçe mermer bir bloğa dönüşecekler. Hobbes’un tanımıyla halk denilen “tek şey”, çok olana, yeryüzünün çokluğuna karşıt olarak iktidar eliyle inşa edilmiş bir nesnedir; istediği gibi biçimlendirdiği bir nesne.

İçindeki ‘uzağı’, yabanı duyumsayan ‘herkes’ düşünmeye başlayabilir ve yabancılığını duyumsadığında çokluğa ulaşacaktır. Ama evden uzaklaşmak zordur, tam “uzaklaştım” dediğinizde birden karşınıza çıkabilir: “‘Off bu çok kötü işte! diye haykırdı. “Böyle yol kesen bir ev daha görmedim! Hiç!”’ (Lewis Carroll, Aynanın İçinden, Can). Alışkanlıklar peşinizi bırakmaz ama yılmamalı. Sadece düşünürün değil, sanatçının mekânı da hiçbir yerdir, yabandır. Yaban, Farsça bir sözcük; ıssız yer, bozkır, çöl demek. Kazimir Maleviç evden çıkmış ve sonunda ‘siyah kare’ye, çöle ulaşmıştı: “Artık görünene benzemek yoktur, idealize edilmiş imgeler yoktur – çölden başka bir şey yoktur!” Gözleri tanıdık nesnelere alışmış yerleşikler, çok dertli:

“Sevdiğimiz her şeyi yitirdik. Bir çöldeyiz sanki… karşımızda beyaz bir zemin üzerinde siyah bir kareden başka bir şey yok!” Alışkın olduğumuz şeyleri, tekdüze ritimleri yitirdiğimize göre düşünmeye başlayabiliriz artık. Maleviç için siyah kare, “olası tüm güçlerin içinde şekillenip üreyeceği embriyon”dur. İçimizdeki ‘yaban’; bireyleşmeyi bekleyen gizil güçlerle dolu. Merkezden ‘uzak’ durmalı.