Her zamanki gibi bu yıl da yılbaşını hep birlikte aynı yatakta kutladık. Yatağımız malum, Prokrustes’in yatağı. Bir kez daha tanıştırayım. Prokrustes, Yunan mitolojisinde kurbanlarını önce soyup soğana çeviren, sonra da yatağına sığdırmak için ya bedenlerinin uzuvlarını kesip budayan ya da kısa geldiklerinde gererek boylarını uzatan işkenceci bir hayduttur. Hâlâ tanımadınız mı? Nasıl olur? Çok uzun zamandan beri hepimiz onun yatağında yatıyor, onun yatağında uyanıyor ve gün boyu ekonomik, sosyal, kültürel faaliyetlerimizi onun yatağında gerçekleştiriyoruz. Yatak artık bedenlere dar geliyor. Prokrustes eskiden “ayağını yorganına göre uzat”, “kemerini sık” gibi uyarılarda bulunurdu. Şimdi gemi azıya aldı, uyarıda bulunmadan doğrudan bedenlerin uzuvları kesebiliyor. Eskiden olsa, uzuvlarımızla birbirimize kenetlenir, Prokrustes’in karşısına dikilirdik; tıpkı ilk insanların kendilerinden daha güçlü yırtıcı bir hayvan karşısında birleşerek çok başlı, çok gövdeli bir ejderhaya dönüşmeleri gibi. Çok akıllı; kimi bedenlerin uzuvlarını keserek ejderhayı parçalarına ayırdı. Ve geriye kalan parçalar, mecburen yatakta giderek büzüldüler; bedenlerini alabildiğine kontrol edip taşkın hareketler yapmamaya özen gösterdikçe, birbirlerine ve yeryüzüne uzanan uzuvlarını birer birer yitirdiler. Olsun, yeni yılı yine de kutladık, birbirlerimize dokunamasak bile.

***

Yataktakileri sık sık hayaletler ziyaret ediyor, eksik uzuvların hayaletleri. Bedenler, eksik uzuvlarını, mevcut organlarından çok daha güçlü şekilde hissetmeyi sürdürürler. Hayalet Uzuv Sendromu, Amerikan İç Savaşı sırasında doktorluk yapan Silas Weir Mitchell tarafından 19’uncu yüzyılın ikinci yarısında tanımlansa da, ondan önce Herman Merville’in Moby Dick romanındaki Ahab, kesik bacağını nasıl güçlü bir şekilde duyumsadığını anlatmıştı: “Sen, şurada duran kendi bacağının canlı olduğunu duyuyorsun. Ben de yok olan bacağımın, şurada, tam şurada canlı olduğunu, dipdiri olduğunu duyuyorum. Anlaşılmaz bir iş bu, değil mi?” (Lehler, Proust Bir Sinirbilimciydi, BÜY). Uzuv yerinde olmasa da, uzva ait sinir uçları hâlâ beyne sinyaller göndermeye devam ediyor ve yataktakiler şimdi hiç olmadığı kadar güçlü bir şekilde duyumsuyorlar yitirdikleri uzuvlarını. Beyin unutabilir ama beden asla. Asıl anlaşılmaz olan, bedenin yitirdiklerini hatırlaması değil, iri beyinli varlıkların Prokrustes’in yatağına düşmeleri ve uzuvlarını yitirmeleri. Değil mi?

Beden hiçbir şeyi unutmuyor ve unutmadığı içindir ki hâlâ eksik uzuvlarının acısını hissediyor. Ama beyin öyle mi? “Boş ver” diyor, “böyle de yaşanabilir, buruk da olsa hayatın tadını çıkar”. O halde partiye devam. Yeni yılı kutladık ama takvimlerimizde tadını çıkaracağımız o kadar çok gün var ki. Kutlanacak gün bulamazsanız ânlar var, ânın tadını çıkaralım: Carpe diem! Yitirdiklerimize yaktığımız ağıtlar tekno ritimle yeniden düzenlendi, şimdi acılarımızla, tek başımıza dans edebiliriz. Dedlow için bu, larvaların dansı olabilir. Mitchell, Hayalet Uzuv Sendromu hakkında yazdığı raporların kuru, klinik dilinden rahatsızdır, hikâyesini yazmaya karar verir. 1866’da The Atlantic Monthly’de yayımlanan “George Dedlow Vakası”nda, iç savaşta iki kolunu ve iki bacağını birden yitirmiş bir asker, bedenine dair duyumsadıklarını anlatır. Dedlow, kendisini “tuhaf, larvamsı bir yaratık” olarak tanımlar, uzuvsuz olmasına rağmen, hâlâ bütün uzuvlarını hissetmektedir. Uzuvlarıyla birlikte bedeni de bir hayalete dönüşmüştür. Beyin ve beden birbirine o kadar bağlıdır ki beden beyne eksik parçalarını durmadan hatırlatır. Bedenin parçalarını kaybetmesi, ruhun da parçalarını kaybetmesi demektir.

***

Ülkede hayaletler dolaşıyor, kullanamadığımız uzuvların hayaletleri. Uzuvlarını yitirince bedenler de hayalete dönüşür, Dedlow’un deyişiyle, “larvamsı bir yaratığa”. Larva, Latince hayalet demek. Güzel ve özgür günlerin hayaletleriyle yaşamamız, uzuvlarımızı kullanamadığımız içindir. Korkudan yatakta o kadar çok büzüldük ki, uzuvlarımız içimize kaçtı. Biraz zorlasak, uzuvlarımız dışarı çıkabilir, birbirimize kenetlenir ve çok başlı, çok gövdeli ejderha olarak Prokrestus’un karşısına dikilebilirdik. Yoksa yatak çok mu rahat? O zaman partiye devam: “Eller havaya!”... diyecektim ama sustum.