II. Mahmut’un 14 mart 1827 tarihinde Tıphane-i Amire ve ardından Cerrahhane’yi açarak modern tıp eğitimini başlattığı kabul ediliyor. Bir rivayet var; II.Mahmut modern tıp eğitimine o kadar önem veriyormuş ki, okulun öğrencilerine verilecek yemekleri bile belirlemiş. O dönem İstanbul’da en zor bulunan meyvelerden biri olan çilek de verilmesini buyurmuş!


Tıp Bayramı olarak 14 Mart tarihinin seçilmesi ise asıl olarak başka bir olaya bağlanır. 1919 yılında emperyalist işgal altındaki İstanbul’da, tıp öğrencisi Hikmet Boran önderliğinde toplanan tıp öğrencilerine hocalarının ve devrin ünlü doktorlarının da katılmasıyla işgal protesto edilir. Cumhuriyet döneminde, bir dönem 12 mayıs belirlense de daha sonra bu iki olay birleştirilerek 14 Mart Tıp Bayramı olarak kutlanmaya başlanır.

***

Maksadım çilek romantizmi değil. Dinci gericilerin doktorlara olan nefret ve hasetinin basitçe cahilin okumuşa olan düşmanlığı olarak görülemeyeceğini düşünüyorum. Türkiye’de tıp, kuruluşundan bu yana aydınlanma, akıl, bilim ama en önemlisi de laiklikle el ele olmuştur. Tıp, doğası gereği laiklik olmadan mümkün olmayan bir teknik.

Bu yüzden modern tıp eğitimini başlatan II. Mahmut’un aynı zamanda “Din ve devlet işlerini birbirinden ayırmaya başlayan” ilk padişah olması tesadüf değil. Aynı şekilde Çanakkale savunmasına tıp öğrencilerinin tüm sınıf katılması, İstanbul’u işgal eden emperyalistlere doktorların karşı çıkması ve Kurtuluş Savaşı’nda cepheden meclise savaşın her yerinde ön planda doktorların olması da anlaşılabilir.

Bu ilişki bize özgü değil. Sömürge ülkelerde tıp eğitimi her defasında içlerinden anti kapitalist ve anti emperyalist doktorlar yetiştirmiştir. En önemlisi bizim Che, ama sadece o değil. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Dr. Şefik Hüsnü de değil. Neredeyse her doktor bilinçli ya da bilinçsizce devrimcidir aslında. Tıp eğitimi evet, çok zorludur, çok uzundur ve ölüme karşı gelen bir meslek olduğundan yetişirken ve mesleği uygularken aynı zamanda bir karakter olarak da biçimlenir doktorlar. Ölüme karşı durma eğitimi ve fakat ölümle, ölenle, ölümü durduramama ve ölenlerin yakınlarıyla olma deneyimi doktorların hastalık, hastalanma üzerine “kafa yormasını” kaçınılmazlaştırır. Neden hastalanıyoruz sorusuna yanıt arayan her doktor ise kaçınılmaz olarak hastalık ile üretim ilişkisi ve siyaset arasındaki bağı kolayca kurar.

Bu ilişkiye karşın, doktorlara devlet yönettirmek çok da doğru olmaz. Çünkü, ellerinde olmadan tüm toplumu iyileştirilmesi gereken bir hastalık gibi görebilirler. Bu kez sarkacın diğer ucuna salınıp toplumu “mikroplardan” temizlemeye kalkabilirler; Nazi doktorlar, ya da 12 Eylül faşizmine ortak olup cezaevlerinde işkenceye katılan doktorlar gibi.

***

Cumhurbaşkanı doktorları ilk kez kovmaya kalkmıyor. 10 yıl önce başbakanken "İdeolojik yaklaşımlarla greve gidenler bu milletin bedduasını alırlar. Çalışmak istemiyorsanız çeker gidersiniz” diye heyheylenmişti. Bu kez kovuşu biraz daha farklı oldu. On yıl önce “çeker gidersiniz” diye tehdit ederken, bu kez “giderseniz gidin” diye öfkelendi. Bir anlamda on yıl önceki tehdidinin işe yaramadığını kendisi de görmüş oldu galiba. Hem gidenler hızla çoğalıyor, hem de kalanlar da yine greve gidiyor. Doktorların itirazının “para” yüzünden olduğunu tek ölçüsü para olanlar düşünür. Türkiye’nin iki yüzyılı bulan aydınlanma tarihini,II. Mahmut’un çilek ikramından RTE’nin kendisi ender meyveli smoothie içerken doktorları kapı dışarı etmeye kalkması olarak okumak mümkün.

Onu yetiştiren ve devlet aygıtını bir anlamda ona miras bırakan Kenan Evren de faşist diktatörlüğün ona hissettirdiği güç fantazisi ile miting kürsüsünden halka, köyünüzde durmak istemeyen doktorları ağaca bağlayın demişti.

İkisi de aynı yanıtı alıyor. Ne ülkemizden, ne mesleğimizden, ne hakkımızdan vazgeçeriz!