12 Eylül 1980 Darbesi’yle solkırım önce bedenlere yöneldi. Yüzlerce solcu, sosyalist, devrimci insanlık dışı şiddete maruz bırakılarak asıldı, öldürüldü, işkencelerde sakat bırakıldı, yıllarca hücrelerde tutuldu.

Bedenlere yönelik şiddet ruhlara, zihinlere katmerlenerek uygulandı. Polise istediği herkesi mahkemeye çıkarmadan 90 gün gözaltında tutma yetkisi verildi. Üstelik gözaltına aldığını kabul ederse bu süre işlemeye başlıyordu. İnsanlar kayıp yakınlarının gözaltına alınıp alınmadığını bile bilmiyordu. Şehirlerin kıyılarına işkence edildikten sonra infaz edilmiş bedenler atılıyordu. Herkes suçlu kabul edildi. Sıkıyönetim suçlu olduğunuzu kanıtlamaya çalışmıyordu, siz masum olduğunuzu kanıtlamak zorundaydınız.

Öyle bir dehşet fırtınası estirildi ki toplumun aklı korkuyla eritildi. Ölümcül şiddet altında dehşete kapılan (terörize edilen) toplum “uslu bir çocuğa” döndü. Ardından gelen hızlı bireycileşme, içe kapanma, çoluk çocuğunu güvenceye alma eğiliminin gerisinde “canını kurtarma telaşının” etkisi vardı.

∗∗∗

Geniş anlamıyla sol, dünyada olduğu gibi Türkiye’ de de kabaca iki “tepki” verdi. İlk gruba yine biraz genelleyerek günümüzün liberallerini alabiliriz. Kısmen yaşadıkları ama çoğunlukla tanık oldukları dehşet karşısında fikirlerini ve ruhlarını inkar ederek korumaya çalıştılar canlarını. Saldırıya uğrayanın yanında olmak tehlikeli, saldırgandan yana olmak koruyucudur. Yatkınlıkları da vardı elbet ama dehşet bu denli ağır olmasaydı bu kadar “dönmeyebilirlerdi”. Tek bir örnek bunu açıklamaya yetebilir. M. Belge, 1980 öncesi Türkiye Halk Kurtuluş Partisi- Cephesi iddianamesinde THKP-C için yardım toplamakla suçlanmış ve Marx’ın 1844 El Yazmaları’nı çevirmişti. Daha yenilerde, “ne kadar kötü yaşlandı” sözünü hak edecek şekilde, “hayatımda hiç bir zaman Marksist olmadım” diye açıklama yaptı. Evet, “kabahatin çoğu on(lar)da” doğru, ama Cunta’nın devlet terörü olmasaydı belki bu kadar çürümeyebilir(ler)di.

Devrimciler ise tutulamayan, tamamlanamayan bir matemin sürecinde savunmacı bir koruma örüntüsü geliştirdiler. Savunmanın amacı, sağ kalanların canını korumak değildi; kayıpların ruhlarını ve fikirlerin hakikatini koruma çabasıydı.

Geçen hafta, Kırklareli’de sevgili Nasuh Mitap’ı andık. Paşa Kafe’de belki beşyüzden fazla arkadaş, yoldaş bir aradaydık. Kitlenin büyük çoğunluğu 12 Eylül öncesi devrimcilerinden sağ kalanlardı. Pırıl pırıl yüzleri, dost gülüşleriyle kucaklaştık. Başta Sol Parti, hemen tüm sosyalist yapılarla birlikte CHP’lisi de, TİP’lisi de oradaydı. Büyük devrimciyi anarken, bir kaç haftadır anlatmaya çalıştığım bu “ağıtta kalma haliyle” ilgili şu soruyu sordum: 1980’e kadar Mahir Çayan’ı 30 Martlarda nasıl anardınız? O yedi yıl boyunca her 30 Mart’ta, büyük mitingler, korsan eylemler, pankartlar, yazılamalar, okullarda, derneklerde, sendikalarda forumlar düzenlenerek yapılırdı anmalar. Yas halinde kalmak yerine eylemlerde yaşatarak ileriye doğru taşınırdı ölülerimiz.

1960’larda Deniz Gezmiş’in 6. Filo’yu denize dökerken söylediği şiirle yolculanırdı kayıplar: Vaktimiz yok onların matemini tutmaya/ akın var güneşe akın/ güneşi zapt edeceğiz, güneşin zaptı yakın. Güneşi içenlerin türküsüyle yürünürdü. 1980’den sonra kayıplarımızı Arkadaş Z. Özger’le uğurlar olduk; “Aşkla Sana” diyorduk. Diyorduk ama, dostlarımızın “dingin gövdelerinde uğultuyla büyüyen sessizlik”te kalıyorduk, “herkes susuyordu.” Suskunluk içinde kayıplarımızın unutulup silinip gitmelerine izin vermeyelim derken kayıp anında takılı kaldık.

∗∗∗

Sonra bizim sözlerimizi, bizim eyleme hallerimizi çalıp istismar ettiler. Güneşi içenlerin türküsünü RTE söyledi, gözlerini gözlerimize dikerek. Mahalle komitelerimizi kopyalayıp dinci örgütlenme ağları ördüler. Bu propoganda, Cumhuriyet ile laikliği ve Mustafa Kemal’i bir tutanları da derinden sarstı.  Ömrünü ve eylemini “ileriye doğru” diye, “devrim” diye geçirmiş bir liderin gösterdiği yöne doğru yürümek yerine; O’na dönerek sağ kalmaya çalıştılar. 29 Ekim ve 10 Kasım’daki son kalabalıklar toplumun kendisini nasıl bir cenderede hissettiğinin kanıtı olarak da okunabilir, artık can çekişen Cumhuriyet için ağıt yakmaya hazırlanmak olarak da.

Türkiye’nin soldan başka bir çıkış yolu kalmadı. Yeter ki solcular, solcu olmaktan korkmayı bırakıp, ağıtları dindirip; türküler, coşkulu marşlar söylemeye başlasınlar. O Cumhuriyet kalabalıkları örgütünü arıyor. Bulamazsa matem tutacak kimse de kalmayacak. Bulursa şarkı söylemeye hazır milyonlar var.

Arkadaş’ın “Aşkla Sana”sının son iki dizesinin zamanı gelmedi mi?

“Şimdi senin uzanıp yattığın otlarda

yarın yeni bir yeşillik büyüyecek.”

Ayağa kalkalım, çoğalalım, örgütlenelim… Büyüyebiliriz.