“Yer kalmadı acıya ülkemizde” diyordu Edip Cansever imge yüklü Medüza şiirinde. “Gün ortası alacakaranlık bakışlar”

“Yer kalmadı acıya ülkemizde” diyordu Edip Cansever imge yüklü Medüza şiirinde. “Gün ortası alacakaranlık bakışlar”. Biliyoruz sadece gün ortası bakışlarda değil alacakaranlık. Alacakaranlık polisiyle, panzeriyle, dozeriyle, kepçesiyle, siyasal iktidarın suç işleme vakti aynı zamanda. Sadece insanlara değil, kuşa, böceğe, ağaca, suya karşı suç işleme vakti. Dün sabaha yine bir alacakaranlık baskınıyla başladık. Validebağı korusu kentin ortasında kalmış bir vaha. Rantseverlerin iştahına kabartan bir güzellik. Halkın yıllara varan mücadelesi var bu bölgede. Validebağı Gönüllüleri’nin mücadelesi. Öyle hukuksuz iş yapmak kolay değil. O yüzden alacakaranlık kuşağının gerilim sahneleri gibi bir anda peyda oluyor iş makineleri. Betonsever belediye kısa taarruzlarla saldırıyor sık sık. Kimi zaman otopark kimi zaman cami. Nerden tuttururlarsa oradan geliyorlar. Alacakaranlık bitmiyor gün içine yayılıyor. Soma’da yaşanan iş cinayetinin acısı sürerken, bu sefer zeytin ağaçları katlediliyor hukuksuzca. Yerlerde sürükleniyor insanlar.

Televizyonların tek kanallı günlerinde, Alacakaranlık Kuşağı adlı bir dizi vardı. Dizi televizyonların vazgeçilmezi haline gelmişti. Her bölümünde karakterlerin değiştiği, gerilim dozu yüksek kısa öykülerden oluşuyordu dizi. “Hayalgücünün olağanüstü dünyasına yolculuk başlıyor. Bir sonraki durak Alacakaranlık kuşağı” diye sesleniyordu dizinin başlangıcında tok bir ses. O durak kısa kısa hikayelerle sürekli kendimizi bulduğumuz bir gerilim filmi artık.

KUŞAKLAR BOYU DİRENİŞ

Nazım dizelerinde ifadesini bulan “Gündüzleri işsiz kalınmayan, geceleri aç yatılmayan, ekmek, gül ve hürriyet günleri” için umutlu bir kavgayı büyütenlerin, yani 68 ve 78 kuşağının üzerine, devletin bütün zor aygıtları ile yüklendiği günlerdi 1980’ler. Özal kuşağı çocukları olarak büyüyorduk bilip bilmeden. Kitap okumanın suç sayıldığı, kitapların, şiirlerin yasaklı olduğu günlerdi. Sonra 90’ların karanlık günleri geldi çattı. Katliamlar, asit çukurları, süikastler, krizler. Ve 2000’li yılların suskunluğu.

Sonra umut geldi parklara, meydanlara. Haziran günleriydi. Umut serpildi, boy verdi ansızın. Z kuşağı ile tanıştık barikatlarda. Onlarda aynada boy verdiler şaşkın. Onların şaşkınlığı, hepimizin şaşkınlığıydı.

Şimdi Z kuşağı ile alacakaranlık kuşağını izliyoruz hep beraber. Barikatlar ve umut ise bir başka coğrafyada direniş olmuş. Suphi Nejat’ın elindeki silah olmuş. Gülümsüyor fotoğrafında.

Ve biliyoruz ki alacakaranlık baskınlarla yaşanmıyor sadece.

ALACAKARANLIK ÜNİVERSİTESİ

Alacakaranlık sürüyor gün ortası bakışlarda. Bir alacakaranlık hikayesi düşünün. Saygın bir üniversitede, araştırma görevlisi olmuş üç genç insan bir rektörün keyfi tutumu ile işinden oluyor. Keyfiliği belgeleyen mahkeme kararına da direniyor rektör. Mahkeme işe iade kararı vemiş, rektör “uygulamam” diyor. “Hukuk benim” diyor, tıpkı parklara giren ağaçların bedenlerine uzanan bir iş makinesinin kepçesi gibi, bu insanların geleceğine, umutlarına uzatıyor ellerini. Üniversite bu rektörün malı değil. Üniversite bilim yeri. Ama dönem keyfiyet dönemi.

Direniyor asistanlar. Üniversitenin önüne çadır kurmuşlar. Bir umut çadırı. İTÜ’lü asistanlar direnişte. Ve Rektör Mehmet Karaca İTÜ tarihine ismini yazdırıyor hukuksuz girişimi ile.

Sinem Öztürk, Aykut Kılıç, Hüseyin Taylan Mercan direnen asistanlar. Ve mahkeme kararlarının uygulanmamasına karşı İTÜ’de oturma eylemi sürüyor! 23 Ekim Perşembe 12:30’da İTÜ Rektörlüğü önünde eylem var.

Dün “iç güvenlik reform paketi” açıklandı. Biliyoruz ki bu paket Gezi’den Kobaniye, Validebağı’ndan Soma’ya, hakkı için mücadele eden işçilerden, kamu emekçilerine kadar her türlü muhalefet odağına karşı bir gözdağıdır.

Böyle bir süreçte alacakaranlığın kuşağında gedikler açmak için nereye kadar uzanır ellerimiz, nereye kadar yetişiriz bilmem. Ama iş cinayetlerinden, katledilen korularımıza, ormanlarımıza, kanayan bir coğrafyada direnen umutlara kadar yetişebilmeliyiz. Gücümüz yettiği kadarıyla…