İtalya’dan sonra Avrupa Birliği’nin kurucu ülkelerinden birinde daha merkez sağın da sağındaki bir parti genel seçimleri kazandı. Hollanda’da da İslam karşıtı Geert Wilders’in liderliğindeki PVV (Özgürlük Partisi / Partij voor de Vrijheid) 22 kasımdaki seçimlerde yüzde 23.5’le sandıktan birinci parti olarak çıkarak, önümüzdeki yasama döneminde ülkeyi yönetecek koalisyon hükümetini kurma hakkını elde etti. Tabii bunun için gerekli ortakları bulabilirlerse. Bu denklemde anahtar parti seçimleri kaybeden şu anki koalisyon hükümetinin büyük ortağı, Başbakan Mark Rutte’in partisi VVD (Demokrasi için Halk Partisi). Yaklaşık üç ay önce bu partinin başına geçen ve seçim öncesinde, yine şu andaki ortaklık benzeri bir hükümet kurarak, Hollanda Başbakanlığı’nı üstlenmesi beklenen Dilan Yeşilgöz, Wilders liderliğindeki bir koalisyona katılmayacaklarını, ancak dışarıdan destekleyebileceklerini açıklayarak, ülke yönetiminin aşırı sağcı bir ekibe teslimine engel olmayacakları mesajını verdi.

∗∗∗

Bu gerçekleşirse Avrupa’nın “ileri demokratik” ülkelerinden biri daha İtalya, Polonya, Macaristan, İsveç, Finlandiya gibi aşırı sağcı, popülist partilerin ve koalisyonların yönettiği ülkeler arasında yerini alacak. Marine Le Pen liderliğindeki aşırı sağ parti Ulusal Birlik’in (eski adı Ulusal Cephe) giderek daha da güçlendiği Fransa da ileride bunlara katılabilir. Almanya başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerinde de kamuoyu yoklamaları aşırı sağcıların giderek güçlendiğini, iktidar alternatifi olamasalar bile gelecekteki seçimlerde “anahtar parti” rolü üstlenebileceklerini gösteriyor.  Macaristan ve son seçimde iktidardaki aşırı sağcılara karşı olan merkez sağ güçlerin birlikte daha güçlü konuma geldikleri Polonya’da durum diğerlerinden biraz farklı. Ancak burada diğer ülkelerin hepsinde ırkçı, neo-nazi, faşist eğilimleri de kendi çatıları altında toplayan (bazıları bunu açıkça yapıyor, bazıları gizlemeye çalışıyor) bu partilerin hepsinin ana konusu göç, göçmenler, sığınmacılar... Yabancı düşmanlığı, İslam karşıtlığı yaparak, göçmenlerin, sığınmacıların ülke refahını ve iç barışını tehlikeye attığı propogandasıyla güçleniyorlar. Bunların büyük çoğunluğu aynı zamanda anti semitik yani Yahudi düşmanı. Ancak bu konuyu şimdilik öne çıkarmıyorlar. Çünkü Avrupa’daki anti semitizmi Müslüman ülkelerden gelen göçmenler ve sığınmacılar aracılığıyla “ithal edilmiş” bir olgu gibi gösteren algının kendi işlerine yaradığının farkındalar, bu durumu değiştirecek çıkışlardan sakınıyorlar.

Avrupa Birliği’nin temellerindeki evrensel insan hakları ve hukuk devleti ilkelerini gerçek demokratlardan farklı anlayan bu aşırı sağcı partileri “faşist” olarak tanımlamak doğru değil. Ancak her birinin tarihine ve evrimine yakından bakıldığında faşizme doğru evrilen, giderek radikalleşen siyasi oluşumlar olduklarını görebiliyoruz.

∗∗∗

Bu durumun temel sorumlusunun Avrupa’daki merkez sağ güçler ve onlarla mücadele yerine, işbirliğini tercih eden sosyal demokratlar olduğunu söyleyebiliriz. Hemen tüm Avrupa ülkelerinde aynı senaryonun yaşandığı görülüyor. Aşırı sağcılar, peşpeşe yaşanan ekonomik krizlerin daha da yoksullaştırdığı emekçi yığınlara ve işsiz ordularına, onları içinde bulundukları durumdan kurtaracak çözümlerin bu ülkelere dışarından göçün durdurulmasıyla mümkün olabileceği propogandasını yapıyor. Sosyalistler hariç diğer partilerin hemen hepsi de bu demogojiyle mücadele etmektense, bunu onaylayan, haklı gören politikalara yöneliyorlar.

Sonuç bir zamanlar “aşırı uç”, “marjinal” olarak görülen, bırakın hükümet kurmayı ya da hükümet ortağı olmayı, yeterli kitlesel desteği bulamadıkları için meclislere bile giremeyen partiler sistemin meşru bir parçası olarak görülüyor. Onların siyasi süreçlere taşıdıkları “sığınmacı krizi” gibi kavramlar merkez partilerin tartışma gündemlerini de belirliyor.  Böylece geniş kitleler açısından, “ülkeye göçün sınırlandırılması”yla sorunların çözülebileceğine dair algı güçleniyor.

Örneğin Hollanda’da kendisinin “liberal – muhafazakar” olarak gören VVD ağırlıklı hükümetin neo – liberal politikalarına karşı olan seçmenler, kendilerine seçme hakkı verildiğinde de bu algının orjinal kaynağına yöneliyor.

Kendi içlerindeki hesaplaşmaları bitiremeyen sol ve sosyalist güçlerin ise bu süreçlere önerdiği çözümlere kulak verenler ise giderek azalıyor.

Almanya’da Sol Parti’den ayrılıp, yeni bir sol alternatif oluşturmaya hedefleyenler bu olumsuz gidişatı durdurup, durduramayacakları belli değil. Ancak geçtiğimiz haftasonunda başkent Berlin’de gerçekleştirilen ve 20 bin kişinin katıldığı barış mitingi, en azından Almanya açısından “sol halen var!” dedirtiyor...