Fransa’da aşırı sağın büyük bir oy patlaması yaptığı son seçimlerden sonra şimdi de Avrupa Birliği’nin üçüncü büyük ekonomisine sahip İtalya benzer bir süreci yaşıyor.

Başbakan Mario Draghi’nin merkez sağ ağırlıklı koalisyon hükümetinin, sağcı ortakları tarafından çökertilmesinin ardından İtalya yeniden bir seçim sürecine girdi. Kamuoyu yoklamalarına göre neo-faşist parti FdI - (Fratelli d’Italia / İtalya’nın Kardeşleri) ile işbirliği içindeki aşırı sağ partilerin oluşturduğu ittifak büyük farkla önde gidiyor. Bu eğilimin devam etmesi halinde 25 Eylül’de gerçekleştirilecek erken genel seçimlerin ardından İtalya’da başbakanlık koltuğuna FdI lideri Giorgia Meloni oturabilir. Daha önce sağcı Silvio Berlusconi’nin hükümetlerinden birinde üç yıl (2008-2011) gençlik ve spor bakanlığı yapan Meloni, 2012 yılında İtalya’daki güçlü neo-faşist örgütlerin devamı olarak kurulan FdI’nin 2014’ten bu yana genel başkanlığını yürütüyor ve İtalyan sağının yükselen yıldızı olarak görülüyor. İtalyan faşizminin tarihi lideri Mussolini’yi öven ve faşist dönemle ilişkin bir “sorunu olmadığı”nı zaman zaman dile getiren Meloni, aynı zamanda çatısı altında 29 Avrupa ülkesinden sağcı AB karşıtı partilerin çatı örgütü EKR’nin (Avrupa Muhafazakarlar ve Reformcular Partisi) başkanlığını yürütüyor.

MELONİ YA DA BİZ

İtalya’daki diğer güçlü sağ partilerden Lega ve Forza Italia’yla (FI) seçim ittifakına giren Meloni’nin iktidara yürüyüşü, sol, sosyal demokrat ve çevreci partileri “Meloni ya da biz” sloganıyla birleşme arayışına yol açtı. Ancak sosyal demokrat ve sol liberal olarak bilinen Demokratik Parti’in (PD) liderliğinde oluşabilecek bu ittifakın sağın yükselişini engelleyebilmesi çok zor.

Sonuç itibarıyla İtalya şimdiye kadar Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinde görülen bir gelişmeyle karşı karşıya. Orada da devlet yönetimi, Polonya ve Macaristan’daki gibi aşırı sağcı, milliyetçi ve faşist eğilimli güçlerin kontrolüne geçebilir.

Elbette Meloni ve onunla birlikte iktidara yürüyen diğer sağcı liderler Matteo Salvini (Lega) ve Berlusconi’yle (FI), İtalya’da yeniden bir “Mussolini faşizmi”nin yaşanması beklenmiyor. Bileşenleri arasındaki ayrılıklar ve anti-faşist güçlerin direnişi nedeniyle böyle hükümetin ömrü fazla sürmeyebilir de.

Ancak İtalya’daki gelişmeler, önce koronavirüs pandemisi, sonra da Ukrayna savaşının neden olduğu ekonomik krizin sarstığı Avrupa Birliği’nin hedeflenen “birlik”in çok uzağında olduğunu gösteriyor.

OYLAR ARTIYOR

AB’nin ikinci büyük ülkesi Fransa’da aşırı sağcıların lideri Marie Le Pen üçüncü kez girdiği cumhurbaşkanlığı seçimini yine kaybetti. Ancak her defasında olduğu gibi arkasındaki desteği büyük ölçüde arttırarak. Almanya’daki aşırı sağcıların en büyük çatı partisi olmayı kısa zamanda başaran AfD (Almanya için Alternatif), artık çok partili partili sistemin istikrarlı bir parçası. Her on seçmenden en az birinin destek verdiği bu partinin oy potansiyelinin şu anki anketlerin gösterdiğinin çok daha üstünde olduğu da biliniyor.

Hem İtalya’daki, hem Avrupa’nın çeşitli ülkelerinde yıllardır iktidarda olan ya da giderek güçlenen aşırı sağcı, neo-faşist partiler, Avrupa Parlamentosu’nda ya da başka platformlarda çeşitli birlik ve ittifaklar içindeler.

Ancak aralarında bir bölümü “uzlaşmaz” nitelikte olan görüş ayrılıkları var. Tarihleri boyunca birbiriyle çeşitli nedenlerle savaşmış halkların içinden çıkan aşırı sağcı, milliyetçi güçlerin birleşmesi, birlikte davranması elbette mümkün değil. Nitekim son olarak Ukrayna savaşının ardından ortaya çıkan cepheleşmede de bu görüldü. Kimileri Rusya’ya, kimileri de Ukrayna’ya destek veriyor. Taraftarları arasında silah kuşanıp Ukrayna Ordusu’na gönüllü yazılanlar, NATO’yu Ukrayna yanında savaşa sokmak isteyenler de var, Ukrayna’ya silah yardımı yapılmasına, Rusya’ya ekonomik yaptırımlar uygulanmasına karşı çıkanlar da.

ORTAK PAYDA

Ancak hepsini birleştiren bir şey de var: Yabancı düşmanlığı.

Hepsi de Afrika, Orta Doğu ve Asya’nın diğer ülkelerinden savaş, siyasal baskı, ekonomik kriz, iklim felaketi ya da sorunlar nedeniyle Avrupa’ya yönelik göç hareketlerini kıtanın geleceği için büyük bir tehdit olarak görüyor, gösteriyorlar. Sadece Avrupa’ya sığınmaya çalışanları değil, on yıllardır burada yaşayan göçmenleri de hedef alan yabancı düşmanı, ayrımcı söylemleriyle birbirilerine benziyorlar. Yaşanan ekonomik krizin yıprattığı yoksul halk kitlelerini, emekçileri, işsiz yığınları, göçmenlere ve sığınmacılara karşı kışkırtarak güçleniyorlar.

Avrupa’daki göçmenleri ve göç kökenli yeni kuşakları, tüm kazanımlarına rağmen zor günler bekliyor.

Geçenlerde Viyana’yı ziyaret eden Macaristan Başbakanı Viktor Orban’ın, saf bir “Avrupa ırkı”na ilişkin özlemini içeren sözleri bu durumun vahametini gösteriyor. Önce “Bir karışık bir ırk değiliz. Olmak da istemiyoruz” diyen, sonra da sözlerini “biyolojik bir karışımı” kastetmediğini söyleyerek düzeltti. Ancak bunu yaparken yabancı ve göçmen düşmanlığını sürdüren Orban, böylece milyonlarca sağcı Avrupalının sözcülüğünü hakketti. Ama düşmanlıkta ondan daha da ileri olanlar da var. Silahlanıp, “Avrupa ırkı”nı biyolojik ya da kültürel karışımdan kurtarmayı hedefleyenler de.