“Bir başarı hikâyesi” ifadesiyle ne zaman karşılaşsam zihnime hemen hep aynı haber kalıbı gelir; “Dağda koyunlarını otlatırken ders çalışarak Boğaziçi’ni kazandı!”

Üniversite giriş sınavlarının sonuçlarının açıklandığı hafta medyanın klasik haberlerinden biridir. Genellikle, Doğu’da bir yerlerdeki bir ilin, falanca köyünden filanca genç, köyünden yürüyerek gidip geldiği kasaba lisesini bitirdikten sonra, mezrada çobanlık yaparken ikinci el ders kitaplarıyla kendi kendine çalışmış ve acayip yüksek bir puanla Boğaziçi’ne, ODTÜ’ye girmeye hak kazanmış olur…

Başarı hikâyesidir elbet. İyi okullarda, az öğrencili sınıflarda, sadece ders çalışmak dışında bir yükümlülüğü olmayan gençlerin, %90’ı öyle ya da böyle bir üniversiteye girebilir. Derme çatma okullarda, kalabalık sınıflarda, kavga gürültü içinde eğitim almaya çabalayan, okuldan çıkıp çalışmak zorunda kalanların ise %10’u bile üniversiteye giremez. Boğaziçi ya da ODTÜ’yü kazananların %99’unun temel eğitimleri sağlamdır, kalan %1’i ise işte bizim dağdaki çobandır.  Çobanın hikâyesi güzeldir. Güzel olmasına da, var olan eğitim sistemini meşrulaştıran, içerdiği eşitsizliği gizleyen bir yanı da vardır. Bak, Doğu’da dağdaki çoban bile kazanabiliyor isteyip çok çalışınca; kazanamadıysan sorumlusu sensin, mesajını taşır.

∗∗∗

Fırsatlar ülkesi ABD’nin “Amerikan Rüyası”ndan mı abartılmıştır, Keloğlan masallarından mı türemiştir bilemem. Her zorluğa karşın özgücüyle başaran kahraman imgesinin çekiciliğine karşı koymak çok zor.

Yıllardır, her sınavda mutlaka kazanan o çobanların, süt sağan kızların eğitim hayatları nasıl devam etti bilemiyoruz. Hikâyenin devamı takip edilmiyor. Ama örneğin ÇYDD gibi derneklerin, bu çocukların sayısını örgütlü olarak artırmak istediklerinde, iktidarın hışmına nasıl uğradıklarını biliyoruz. Covid 19 salgını döneminde ise dağdaki çobanların eğitim olanaklarının nasıl olduğunu ve bu eğitimin sonuçlarını gördük. İnternet erişiminin kısıtlılığının, akıllı telefon, tablet, bilgisayar yokluğunun eğitim eşitsizliğini nasıl derinleştirdiğini eğitimciler defalarca dile getirdiler. İktidar da eksi net yapanları bile üniversiteye kabul ederek, Boğaziçi’ni liseden hallice bir kuruma dönüştürmeye çalışarak eşitsizliği başka türlü çözdü!

Demem o ki, “başarı hikâyesi” kavramı beni hep endişelendirir. Belki bazı arkadaşları kızdıracak bir örnek vermek istiyorum; “Komünist Başkan Maçoğlu.” 2014 yılında Ovacık, 2019 yılında ise Tunceli Belediye seçimlerini kazanan Fatih Mehmet Maçoğlu, her iki başkanlığında da toplumcu belediyecilik uygulamasını, birlikte yönetimi, kamu belediyeciliğini başarıyla gerçekleştirdi. Ama medyada bir “turistik imge” olmaktan da kurtulamadı. “Tekinsiz” bir coğrafyanın, “uzak” ve “netameli” bir ilinde olup biten bir “başarı hikâyesi” olarak anımlandı. Kendisi böyle olmasını ister miydi bilinmez ama her şey onun “tekil” başarısı olarak görülür oldu. Medyascope’a yaptığı son açıklamada, “Partim beni başka bir ilden aday gösterirse oradan aday olurum”dedi. Bu sözler başarı hikâyesini yazanın Ovacık ve Tunceli halkı değil de, “O” olduğunu düşündüğünün/ düşündüklerinin göstergesi olabilir mi?

∗∗∗

Benzer durum Yılmaz Büyükerşen için de geçerli. Eskişehir, Büyükerşen’in başkanlık yaptığı 25 yıl içinde olumlu anlamda çok büyük bir değişim geçirdi. Ankara’da 25 yıla yakın başkanlık yapan Melih Gökçek’in antitezi oldu. Gökçek’in elinde, Ankara, nasıl derin bir kimliksizlik ve rant bataklığına dönüştüyse, Eskişehir ise tam tersine kamucu belediyeciliğin sembolü oldu. Büyükerşen de devam etmek istediğini açıkladı. Mesele sadece 86 yaşında olması değil. Kendisinden başka kimsenin bu işi layıkıyla yapabileceğini düşünmüyor olabilir mi? Yani bu 25 yılda “sosyal demokratlar” Eskişehir’ de bayrağı Büyükerşen’den alıp devam ettirebilecek bir kurumsallık inşa edememişler mi?

Maçoğlu ve Büyükerşen’e, bir tür Boğaziçi’ni kazanan çoban muamelesi yapmıyor muyuz başarı hikâyelerine odaklandığımızda? İkisini de sadece medyadan, yazıp söylediklerinden, röportajlarından tanıyorum. Belki de benim öznel yargımdır ama sanki kendileri de hikâyelerini çok kişiselleştirmişler gibi geliyor bana.

Geçen hafta önce Doğan (Tılıç), sonra Ateş (İlyas Başsoy) ardından da Ercan (Kesal) yazılarında hep bu hikâye inşası üzerinde durdular. Hikâye anlatıcılığı insanın bir kültür üretebilmesinin hem kaynağı hem de sonucu. Hikâye anlatabildikçe insanlaştı. Atalarımız, hikâyeleri belleyerek ve ileterek belleklerinin evrimleşerek zihinlerini değiştirmesinin önünü açtılar. Hikâyeler, bireyin kahramanlığıyla sınırlandırıldığında efsaneye, dinleyene ben de yapabilirim duygusu ve bilgisi verdiğinde ise toplumu dönüştüren pratik kılavuzlara dönüşüyor.

İspanya’ da Marinelada diye bir kasaba var. Franco faşizmi sonrası yapılan tüm seçimleri komünistler kazanıyor. 44 yıldır İspanya’da hükümetler gelip geçmiş, ekonomi inip çıkmış, özerklik tartışmaları çıkmaza girmiş ama ne Marinelada’ da bir değişim olmuş ne de Marinelada ikinci bir kasabaya, belediyeye ilham olamamış.

Kahramanlara, hikâyelerine değil, “Yedi kapılı Thebai şehrini kuranları” örgütleyecek örgütlere ihtiyacımız var.