Yaklaşık 2 milyon kişinin haftada en az 72 saat çalıştığı bir ülke düşünün.

Yaklaşık 2 milyon kişinin haftada en az 72 saat çalıştığı bir ülke düşünün. Kâr hırsı nedeniyle göz yumulan ihmaller sonucunda bir madende resmi rakamlarla 301 kişinin can verdiği bir ülke olsun bu. Her ay iş cinayetlerinde yüzer yüzer insanlar ölüyor olsun. Meslek hastalıkları nedeniyle işçilerin yaşadıkları sıkıntılar yok sayılsın. Kan parası ile ölümlerin üstü örtülsün. İş kazaları örtbas edilsin. Meslek hastalıklarının yüzde 99'u, iş kazalarının yüzde 90'ı kayıtdışı olsun. Yıllık ücretli izin hakkının en az, çalışma sürelerinin en uzun olduğu ülkeler arasında yer alsın. Dünyada maden kazalarında yaşanan ölümlerde ilk sıralarda konumlansın. İş cinayeti oranlarında AB ülkelerini 7'ye 8'e katlasın.

Çalışanların yüzde 80’i fiziksel sağlığını, yüzde 9’u ruhsal sağlığını olumsuz etkileyecek etmenlerle birlikte çalışıyor olsun bu ülkede. Yüzde 19 kaza riski ile çalışırken, yüzde 14 kimyasal madde, toz duman veya zararlı gazlara muhatap olsun. Yüzde 15 zor duruş şekline veya harekete maruz kalsın. Her yüz çalışandan 7’si zaman baskısı ve aşırı çalışma yükünün basıncı altında ruhsal sorunlar yaşasın.

Bir ülke düşünün işçilerin sadece yüzde 5'i toplusözleşme hakkından faydalanabilsin. Devlet destekli sendikalar hormonlu bir biçimde büyürken, işçi hakları bir bir gasp edilsin. Meclisinden, bakanlıklara, bankalardan, sosyal hizmetlere kadar taşeronun, işçi çalıştırmada aracıların sayısı çığ gibi artısın.

Bir ülke düşünün emeklisi, asgari ücretlisi açlığa mahkum edilsin.

Bir ülke düşünün işsiz sayısı 25 kentin toplam nüfusuna ulaşsın. Geçici, eğreti çalışma biçimleri devlet eli ile teşvik edilsin.

Kentler, ormanlar, dereler, kıyılar daha fazla sermaye birikimi, daha fazla kar için katledilsin. Özelleştirmelerle, ihalelerle herkese ait ortak varlıklar, yasalar, mahkeme kararları tanınmaksızın çok uluslu şirketlere, yandaş firmalara yağmalatılsın.

Bir ülke düşünün tek bir adamın sözü yasaların üzerinde kabul edilsin.

Ben böyle bir ülke biliyorum.

MİLLİ İRADE SAHNEDE

Yazının girişinde anlattığım ülke tahmin ettiğiniz gibi Türkiye. Çalışma hayatı hepimiz için bir cehenneme dönmüş durumda. İnsanlar sokakta, işyerinde burnundan soluyor. Çalışanların yüzde 64'ü ya ücretli ya da yevmiyeli. Yani eve ekmek götürmek için birilerinin ağız kokusunu çekmek zorunda. Yüzde 13'ü ise ücretsiz aile işçisi. Yüzde 19'u kendi hesabına çalışan. Kendi hesabına çalışanların büyük kısmının güvencesiz, kayıtdışı olduğunu özellikle belirtmek gerekiyor. Kendi hesabına çalışanların ortalama yıllık geliri ücretlilerin 3/4'ü kadar.

Böyle bir süreçte Cumhurbaşkanı seçimlerine sayılı günler kaldı.

Ortada üç ay aday var. Biri eski muktedirlerin çatı adayı, biri iktidar hırsı ile cihan sultanı olmak isteyen mevcut başbakan, diğeri ise bugüne kadar devletin her türlü baskısına muhattap kalmış bir siyasal geleneğin adayı.

Bu adayların her birinin TRT için çekilmiş seçim propaganda konuşmalarını izledim.

Başbakan, konuşmasının yarısını “Cumhurbaşkanı'nın halk tarafından seçilmesi” konusuna ayırmış. Dış politika ile ecdad ve tarih vurgusu da konuşmanın ikinci temel değini noktası olmuş. Türkiye'de yaşayan milyonların temel sorunlarını kuru bir hamaset edebiyatı ile geçiştirmiş.

Çatı adayı ise biraz kendinden, dış politikadan, biraz ekonomiden, ayrımcılığa karşı, birlik ve beraberlikten bahsetmiş.

İki aday da ülkenin büyük bir çoğunluğunu oluşturan, hayatımızın büyük bir kısmını kapsayan çalışma hayatındaki sorunlar ile ilgili değil.

Demirtaş ise bir “radikal demokrasi” programı önermiş bize. Sınıf gerçekliğini radikal demokrasi söylemi içinde eriten bir yaklaşıma esastan itirazım var. Nitekim hak ve özgürlükler alanının genişletilmesi konusunda oldukça geniş bir perspektif sunan Demirtaş konuşmasında özelleştirmelerden, kamu kaynaklarının, arazilerinin yağmalanmasından, kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasından, tüm bunların karşısında toplumsal ihtiyaçlar için bir ekonomiye olan gereksinimden bahsetmemiş. Ancak en genelinde söyledikleri Türkiye'de siyasetin zirvesinde duymaya alışık olduğumuz şeyler değil. Soma'dan, Şırnak'tan, madenlerden, tersanelerden, inşaatlardan, iş cinayetlerinden, işçilerin ve emekçilerin sosyal haklarının takipçisi olacağından bahseden bir Cumhurbaşkanı adayı karşımızdaki. Hak ve özgürlükler alanında söylediklerine de katılmamak mümkün değil.

İşçi sözünü ağzına almaktan imtina eden adayların yanında söyledikleri son derece önemli.

Cumhurbaşkanı seçimlerine giderken boykot demenin her iki tur için de anlamlı olduğunu düşünmüyorum. İlk turda kendime yakın bulduğum söylem için, ikinci turda ayrımcılık, yolsuzluk ve sömürünün derinleştirilmesi üzerine iktidarını pekiştirmeye çalışan Erdoğan'a karşı oy vereceğim.

Seçimlere yönelik boykot tartışmaları içinde benim de bir boykot gündemim var. Sendikalaştıkları için işten çıkartılan, direniş alanlarına şirket tarafından tezek dökülen Sütaş işçileri ile dayanışma amaçlı olarak bu firmanın ürünlerini boykot ediyorum!