Egemenlerin yarattığı imgelem yerine “fiili hakikate” odaklanıp “sorumluluk almak” gerekir

“Bizler bu dünyada bekleniyorduk”

“Mesele umut etmeyi öğrenmektir”
Ernst Bloch

Umut ile korku “soyut anlamlı” sözcüklerdir. İlkokuldayken Türkçe dersinde öğrenmiştim bunu. Öğretmen demişti ki; “bir sözcük, beş duyunuzdan biriyle hissettiğiniz bir şeyi gösterirse ‘somut anlamlı’, beş duyunuzla hissetmeyip de zihninizde var olan şeyleri gösterirse ‘soyut anlamlı’ sözcüktür”. Örneğin park, ağaç, meydan, biber, gaz gibi sözcükler somut anlama sahip iken; umut, sevgi, inanç, nefret, korku gibi sözcükler soyut anlama sahipti. O gün eve giderken neyin soyut, neyin somut olduğunu ayırt etmeye çalışmıştım. Mesela sofra bezi somut, yemekte dua ettiğimiz Allah soyuttu. Üstümdeki kara önlük somut, cumhuriyet soyuttu. Annem somut, sevgi soyuttu. Babam somut, korku soyuttu. Nesquik somut, umut soyuttu… Aynı akşam Hayalet Avcıları filmini izlemiştim televizyonda. Kahramanlar filmin bir yerinde baş kötü ile yüzleşmişti. “Seçin ve yok olun” demişti hayalet onlara, “yok edicinizin biçimini seçin”. Kurala göre korkuyla akıllarına her ne getirirlerse o gerçek olacaktı. Aralarından birisi dayanamayıp şeker adamı düşünmüştü de, şekerden bir devle cebelleşmek zorunda kalmışlardı sonuna kadar. Korkuyla var etmişlerdi devi.

Dünyaya bel hizasından bakarken hâsıl olan bu perspektif çocukluğun şahaneliğindendir belki. Ama şu tecrübeler de sabittir: Ortalama soyutlama düzeyinde umuda ve korkuya münhasır imgesel evrenin tekabülleri çoğunlukla somut durumla alakasız olabilir, hatta bunlar somut duruma nispeten baskın çıkıp reel süreci ikame edebilir bile. Mesela uçak kazalarında basınçtan yahut parçalanmadan değil de, daha uçak düşmeye başlar başlamaz korkudan kalp krizi geçirip ölenler olur. Deprem sırasında yıkılmayacak olan binadan atlayıp yaşamını yitirenler olur. Yeri gelir umutsuz âşık dayanamaz kendi canına kıyar. Kıyametin yarın kopacağına inanıp topluca intihar eden tarikatlar bile var. Mamafih siyaseten de geçerli olduğu görülür bu parodinin. Böyle hallerde somutu kavramak her zamankinden daha önemlidir. Egemenlerin yarattığı imgelem yerine “fiili hakikate” odaklanıp “sorumluluk almak” gerekir. Bu yüzden yazının hissesini hemen vereyim: Asıl “algı yönetimi” seçimden evvel değil, sonuçlar açıklandıktan sonra başladı. Şu anki operasyon umudu imgesel olarak yok etmek ve korku salmak üzerine kurulu. Egemenlerin vesvesesine aldanmayın. Sakın ola umutsuzluğa ve korkuya kapılıp inatla kaçındığınız kaderi kendi ellerinizle var etmeyin!

1 Kasım akşamından beridir Türkiye’deki çoğu muhalif çevrede pek çelimsiz görünmeye başladı umut. Korku ise artık karşı konulamayan bir hal aldı, gölgesi büyüdü, kocaman oldu. Malum, ipliği çoktan pazara çıkmış iktidar partisinin seçim zaferi, 7 Haziran’da bir nebze de olsa palazlanan parlamenter muhalefetin yaratabileceği olanakların çoğunu ıskartaya çıkardı. Üstelik saray rejiminin habercisi olan bu parti, iktidarını restore ettiği anda uzun süredir memleketteki tüm devrimci-demokratik unsurlara karşı açtığı savaşı da hararetlendireceğini deklare etti. Ancak asıl kâbus, Ankara katliamının ardından tırmanan infialin pekişerek devam etmesi, seçmenlerin yarısına yakınının nefret söylemini ve şiddeti zırh gibi kuşanmış bir partiye destek vererek sitematikleşmiş dehşeti onaylamasıydı. Haliyle, seçimin ardından kısa bir süre baş dönmesi yaşayan muhalif kesimlerin “tamamında” bir iç hesaplaşma, suçu birbirine atmaca, bir “ben demiştimcilik” baş gösterdi. “Halkı” suçlayanlardan sosyalistleri suçlayanlara, AKP’yi övenlerden HDP’nin beceriksizliğini haykıranlara kadar uzanan bu yelpazenin ilginç bir cundasını da sosyologlara kızanlar oluşturuyor. Bu yüzden önce sosyolojik kerteyi bir önümüze koyalım:

Açıkçası 5 ay gibi kısa bir sürede %10’a yakın bir yükselişi tahmin eden çok azdı. Bu nedenle seçimlerde “hile yapıldığı” ihtimalini düşünenler oldu. Sol meclislerin delikanlıları hemen “hileden gayrı argümanınız yok mu lan” diye çıkışınca (ki bunu düşünenlere çıkışanlar dâhil herkes AKP’den bunu bekliyor) kimse bu ihtimali dillendiremez oldu. Sonra HDP’nin seçim sonuçlarına itirazıyla bazı illerde AKP’ye fazladan oy yazıldığı tespit edildi. Elbette ki bu hiçbir şeyi açıklamaz. Ancak burjuvanın kendi inşa ettiği hukuki düzeneklere bile her fırsatta ihanet etmekte olduğunu ifşa etmek, kenara geçip söylenmekten daha hayırlıdır. Nihai olarak sosyologlar farkındadır ki; AKP’li elitlerin seçimlerde hile yapmalarına zaten hiç gerek yoktu, zira yarattıkları olağanüstü halin neden olduğu toplumsal travma etkisinde yapılan seçimin kendisi bir hileydi. Bu bakımdan ortada öyle televizyonlarda söylendiği gibi rasyonel bir seçmen davranışı da yoktu aslında.

Bu hadise bir tarafa, sosyolojik bağlamda asıl önemli olan soru şudur: AKP’nin toplam seçmenin %49’unun oyunu almış olması Türkiye toplumu üzerinde %49’luk bir sosyo-kültürel hâkimiyeti olduğu anlamına gelir mi gerçekten? Burjuva sosyologlara kanarsak böyledir bu durum. Nitekim seçimin ardından hemen televizyonlara çıkıp “7 Haziran’dan sonra yapılan sosyolojik araştırmalar göstermişti ki” dediler, “halk koalisyon istemiyor”. AKP’nin toplumun dokusuyla ne denli uyuştuğundan dem vurup “milli irade” söylemine mukabil homojen ve üstün iradeli bir “halk” öznesi türettiler hemen. Ha bir de “halk teröre cevabını verdi” diyenleri oldu. “Milli irade kazandı” dediler, milli irade ve ümit milli faşizm…

Evvelce de beyan ettim ama yineliyorum; AKP’li elitler ve dahi onların küçük burjuva uzantıları, halkı ve geleneği üretme çabalarını her daim halka ve geleneğe dayanmak biçiminde ifade ederler. Fakat aslında Türkiye’deki insanların doğuştan dindar, milliyetçi, muhafazakâr olduklarına yönelik varsayım, memleketteki sağ ideolojilerin yarattığı bir aksiyomdan başka bir şey değildir. Halk, “millet”, “milli irade” diyerekten “ümmet” kılınan heterojen toplum, sandıklardaki rey oranıyla canına okunamayacak muhtevayı içerir. Bu bakımdan sosyologların mevcut kâbusun ortaya çıkışında bir payı varsa, bu aksiyomu pekiştirerek sınıflar kavgasının kültürel boyutunu ya bilmeyerek ihmal etmeleri, ya da bilerek inkâr etmeleridir.

Esasen halk, sağ ideolojilerin dinamosu olmaktan çok nesnesidir. Sağ ideolojilerin en hakiki kabiliyeti, sağ popülizmin hikmetinde görüldüğü üzere, emekçi sınıfta bir ötelenme ya da haksızlığa uğramışlık hissiyatı ile perçinlenen “kabul görme tutkusuna” hitap etmesi, bu hissiyatı periferik, hatta milli ve dini kökenli bir ötelenmeymiş gibi, ortaklaşmış bir onurun zedelenmesiymiş gibi sunabilmesidir. Sağ ideoloji, insanlara “sömürüden değil de kendilerinin sömürücü olamayışından” nefret etmeyi salık verir. Emekçinin kahrettiği dünyaya olan nefretini, sürekli kendi hasımlarına odaklar. Nitekim AKP’nin seçim propagandasına baktığımızda bir taraftan kendi yarattığı kargaşanın müsebbibi olarak muhalif unsurları gösterdiğini, bir taraftan da kültürel bir aşağılık kompleksini olanca popülistliğiyle harladığını görüyoruz. Uzun lafın kısası, somut durum sınıf mücadelesinin bu kültürel boyutunu göz ardı etmemeyi gerektiriyor. Zira Nazi Almanya’sında “ari ırkta” karşılık bulan bu kompleks, Türkiye’de İslami ve muhafazakar olan bir “Türk milleti” tasvirinde karşılık bularak, dahil olmadığı hayatlara müdahil olma arzusundaki bir yobazlığı günden güne pekiştiriyor.

Seçimin ardından egemenlerin giriştiği algı operasyonu ise tahtın asıl varislerinin kendileri olduğunu, her istediklerini yapacak ruhsatı elde ettiklerini ve buna karşı çıkanları meşru gücü kullanarak fiilen yok edeceklerini “herkese” kabul ettirerek bir tür “AKP tapıncı” yaratmak üzerine kurulu. Çünkü hala karşılarında çeşitli engeller var ve muhalifler direndiği sürece planlarını hayata geçirmek konusunda zorlanacaklarını yahut başarısız olacaklarını biliyorlar. Bu yüzden memleketin kaderinin AKP’nin kaderine ilişik olduğuna dair o eski basmakalıp kehanet kulaklara çalınmaya devam ediyor hala. Deccal kendisini kurtarıcı olarak sunuyor.

Buna karşın muhaliflerin yüreğine salınan umutsuzluk ve korku, yine işin başa düştüğünü, sosyalist hümanizmanın yekûn toplumsal muhalefeti teşvik etmesi gerektiğini gösteriyor. Somut durum, mümkün olan en geniş tabanlı muhalefetin iş birliğini gerektiriyor. Hem burjuva toplumdan kiraladıkları özgürlük sığınaklarında yaşayanlar için, hem de en okunaklı çehreleriyle sisteme karşı mücadele edenler için bir buhran yarattı bu tablo. Titanik batıyor, güvertedeki şezlonglar yüzünden kavga etmeye gerek yok desek yeridir. Hülasa devrimci inkâr, radikal demokratik talep ve itirazların da yaşam ünitesidir. Sol sinizme de sol popülizme de düşmeden, özgürlüğü ve eşitliği müdafaa etmek gerekiyor bugün.

Bugün “garp mukallidi züppeler”, “ateistler”, “dinsizler”, “bölücüler” diye diye kötülensek de, emekçilerin bağrında her daim bize ayrılmış bir döşeğin olduğunu unutmamak gerekiyor. Düşmanı olduğumuz söylenegelen o “halkın” bize bunun aksini ispatlamak için sürekli Haziran 13’teki gibi sokağa dökülmesi gerekmez zira. Bu yüzdendir, burjuva en çok bizden korkuyor. Bu yüzdendir, en çok bizi hedef gösteriyor. Bu yüzdendir, en çok bizi öldürüyor.
Lakin basiretsiz burjuvanın âmâ gözleri görmez ki; despotik rejimler altında mücadele etmek Türkiye’deki devrimcilerin uzmanlık alanıdır. Vaktiyle onların kafasını kuma gömüp “geçsin” diye bekledikleri sıkıyönetimlere karşı, cuntalara karşı tek mücadeleyi verenleriz biz. “Onların” o narsis liderinin kendi öz yaşam öyküsüne indirgediği “uzun maraton koşusundan” haylisini, kuşaktan kuşağa “bayrak yarışı” olarak sürdürenleriz. Özgürlüğü ve eşitliği müdafaa ile mükellefiz biz. “Kıyamete kadar iktidarda olacağız” dediler ya hani, işte biz o kıyameti yaratmakla mükellefiz.

*Ankara Üniversitesi DTCF Sosyoloji Bölümü Arş. Gör.