Boşluğun kıyısında duruyoruz. Konuşmasaydık boşluğa düşebilir ve ölebilirdik. Hayatta kalmak için durmadan öyküler anlatmak gerek. Dipsiz boşlukla göz göze gelmek, dengemizi bozuyor, korku kaplıyor içimizi. Boşluğu seslerle, harflerle, çizgilerle tıka basa doldurmadan içimiz rahat etmiyor. Boşluk varlığın düşmanı. Boşluğun kıyısındaki varlık, her an dengesini yitirebilir ve var olmayı bırakabilir. Ya da boşlukta asılı duran bir ipin üzerinde cambazlık yapıyoruz; varlık ile hiçlik arasındaki o hassas dengeyi ancak öyküler anlatarak sürdürmek mümkün. Sözcüklerimiz; ip cambazının dengesini sağlamak için kullandığı sırık. Anlatmasaydık, dengemizi koruyamaz, anlamsızlığa düşerdik. Nietzsche boşuna dememiş, “Uçurumu sevenin kanatları olmalı”. Yerleştikten sonra kanatlara ihtiyacımız kalmadı, onları yitirdik; katı zeminlerde yürümeye alıştık. O yüzden sevmiyoruz boşluğu. Ve ne zaman gözümüz boşluğa takılsa durmadan anlatıyoruz; anlatarak boşluğu dolduracağımızı sanıyoruz, ama boşluk asla dolmuyor. Boşluk hep yanı başımızda, varlığımızı tehdit ediyor.

Bir zamanlar üzerine bastığımız katı zemin, “tıpkı bir sıvı üzerinde yüzen bir kabuk gibi ayaklarımızın altından kaydı” (Darwin) ve buharlaştı (Marx). Artık başımızı nereye çevirsek, boşlukla göz göze geliyoruz. Korktuğumuz başımıza geldi, boşluğun bakışlarından kaçamıyoruz. “Boşluğa yeterince uzun süre bakarsan boşluk da sana bakar” (Nietzsche). Boşlukla bakışıyoruz. Boşlukla bakışmamız, Lacan’ın “imge perdesi” anlatısındaki nesnelerle bakışmamıza hiç benzemiyor. Boşluğu ele geçirip bir imge olarak evcilleştiremiyoruz. Aksine boşluk bizi ele geçiriyor; dengemizi yitirdik ve hayatı biçime sokma çabası olarak anlatma eylemi yerini boş gevezeliğe bıraktı. Sırf çaresizlikten, boşluktan korktuğumuz için anlamsız sözler geveleyip duruyoruz. Boşluğu moloz yığınlarıyla dolduramazsınız. Boşluk içimizde, gözlerini dikmiş bize bakıyor.

İfade etmek, kendini bir anlam dünyasına yerleştirmekse, bizim sıkıntımız, yerleşecek bir anlam dünyası bulamamak. Dengemiz sürekli bozuluyor ve düşmeye ramak kalmışken son anda, parçalanmış anlam ağlarından sarkan iplerden birine tutunabilmeyi her nasılsa beceriyoruz. Her seferinde boşluğun ya da ölümün kıyısından dönmek. İpler lime lime olmuş; hangi ipe tutunsak kopuyor, durmadan bir ipten diğerine atlıyoruz. Binbir Gece Masalları’nın Şehrazat’ı ölmemek için öykülerini birbirine eklerdi. Bizim ise öykümüz yok, onun yerine sarkan anlam parçalarına ekleniyoruz. Tutunamayanlar, anlamsızlığın boşluğunda yitip gidiyor. Var olabilmek, yaşananları ve yaşanacakları bir biçime sokmak. Anlatmak, biçimsiz olan hayatı biçime sokmaksa, anlattıklarımız parçalanıp anlamsız mırıldanmalara dönüştükçe hayat da parçalanıp dağılıyor. Tutarlılık ve denge aradığımızda, dönüp dolaşıp aynı basmakalıp öyküye sığınıyoruz. Önce kötüleri sıralıyoruz, sonra iyileri ve iyilerin kötülerden neler çektiklerini. Anlattıkça Manici bir dünya tasviri çiziyoruz; aydınlık ile karanlığın, iyiler ile kötülerin savaşı. Rahatlıyoruz; bir ressam gibi, arkamıza yaslanıp tablomuzu keyifle seyrediyoruz.

Tablo, hiyerarşik düzene göre yerleştirilmiş nesnelerle tıka basa dolu. İyiler, despotik düzene boyun eğen, yerleri ve işlevleri sabit nesnelerle temsil edilirken, kötüler, her nasılsa gözden kaçmış boşluklarda keçi ayaklı, kanatlı yaratıklar olarak gösterilmiş; despotik düzenin nesnesi olmak yerine, despotik düzene rağmen, birbirlerine yeryüzüne dair alacalı bulacalı, kanatlı öyküler anlatan ve anlatıkça hayatlarını biçimlendiren satirler. İyiler boşluğu hiç sevmiyor, despot da öyle. Boşluk, mevcut düzene bir tehdit. Boşluk, nesneler düzeninde bir nesne olan varlığın dengesini bozacak görünmez kuvvetler içeriyor. Kötülerinse en sevdiği, boşlukta kanat çırpmak; denge ile dengesizlik arasındaki o ince çizgide dalgalanmak. Birbirlerine, sınırların muğlaklaştığı ve bir hâlden diğerine kolayca geçilebildiği oluşlara dair öyküler anlatıyor. Şimdi boşluğun kıyısında duruyoruz; varlığın dengesi ha bozuldu ha bozulacak; varlıkla birlikte despotik tablonun dengesi de. Kanatlanmak gerek. Artık basmakalıp öyküler değil, Rûmî’nin dediği gibi, birbirimize “Yeni şeyler söylemek lazım”.