Cumhur İttifakı içerisindeki Hüda-Par gerilimi tırmanarak devam ediyor. İttifaka katıldığı günden bu yana hiç olmadığı kadar “ılımlı” bir görüntü sergilemeye çalışan Yapıcıoğlu’nun geçtiğimiz gün “Türk bayrağı” yerine “Türkiye bayrağı” denilmesi gerektiğini söylemesi Destici ile Türkeş başta olmak üzere milliyetçi unsurların çoğunda rahatsızlık uyandırdı. Öte yandan RP’nin ortaya attığı “kadın hakları” tartışmaları da son bulmuş değil. Sürecin başından bu yana “dini siyasete alet etmek şöyle dursun, siyaseti dine alet ettiğini” açıkça ifade eden bu radikal İslamcı cenahın Türk sağının standartlarını bile büyük ölçüde hırpaladığı ve savundukları politikanın Türkiye kültürünün ortalama muhafazakâr kesimleri için dahi “marjinal” bir karşılığa tekabül ettiği gerçeği iyiden iyiye ayaklarına dolanıyor.

Fakat Erdoğan, yarattıkları kan kaybına rağmen bu kesimi ittifak bünyesinde tutmakta kararlı. Erdoğan, elbette ki yüzde birlik, binde birlik oy oranlarını bile muhasebe ediyordur fakat bu gruplarla ilgili hesabının niceliksel olmaktan çok niteliksel değişkenlerle ilgili olduğu da gözden kaçmıyor. İşin aslı, bu kesimin temsil ettiği radikal İslamcı, hatta yeri geldiğinde “cihatçı” nutuklar atan güruhların yarattığı korku, Erdoğan’ın tehditkâr politik dilinin nesnel karşılığını sunan bir işleve de sahip.

***

Başta Hizbullah olmak üzere cihatçı örgütlerin bu ülkedeki tarihi domuz bağlarından canlı bombalara kadar varan eylemleriyle güttükleri bir “ölüm siyasetini” işaret ediyor. Bu nedenle de -her ne kadar 15 Temmuz sonrası bizzat Erdoğan tarafından bu yapılmak istenmişse de- asıl hitap ettikleri “Müslümanlarla” yahut standart yurdum muhafazakârları ile asla esaslı bir bağ kuramıyorlar. Bunun yerine kendilerine daha yukarıdan bir rol biçerek, din adına ve din için gerçekleştirdikleri eylemlere diğer Müslümanların tezahüratta bulunulmasını talep eden, toplumsal olarak “dışsal” olan bir sığadan fırsat kollayarak egemenlik türetmeye çalışıyorlar. Haliyle ötekileştirmelerinin, türettikleri nefret söyleminin haddi hesabı olmaksızın, tabiri caizse “kafa kesebilecekleri” kaotik anlar için pusuya yatmış durumdalar.

Geçtiğimiz yılın sonlarında raflara düşen antropolojik bir çalışmada cihatçıların kendilerine biçtikleri bu konum “üst Müslümanlık” olarak tanımlanıyordu. Ölüm ve Kutsal adını verdiği kitabında, Hüseyin Kırmızı, eski El Kaide militanı Zerkavî’nin gerçekleştirdiği katletme eylemlerini miras edinerek büyüten IŞİD’in cihatçı ölüm politikasının arka planını irdeliyordu. Temel savı, cihatçıların ancak “kültürün ölüme verdiği yanıtları ilga ederek” hâkimiyet kurabildikleri olan çalışmaya göre “üst-Müslümanlık” kavramında ölüm dünyadan kurtulmak yerine dünyayı ele geçirmenin bir aracına dönüşüyor. Kendilerini bu pozisyonda görenlerin aslında öte dünyaya değil bu dünyaya yatırım yapmakta olduklarını ispata yeltenen çalışmada, kendi mensuplarının ölümünden çok öldürme pratikleriyle propaganda yapan IŞİD’in hem cihatçılığın hem de bu tarz bir ölüm politikasının en uç örneğini sergilediği düşüncesi savunuluyor.

***

Yazar IŞİD’in Türkçe yayın organı olan Konstantiniyye dergisinde bu ölüm kurgusuna dair pek çok kanıt da tespit etmiş. Öyle ki “şehitlik” dahi bir fedakârlıktan çok sözleşmeye tabi bir alışveriş gibi tarif ediliyor. Türbe, anıt, mezar ve tarih eser tahribatlarının da Selefiliğin “anti fetiş” doktrinlerinden çok bu politikayla ilintili olduğunu iddia eden yazar, bu sayede “kutsalın kendisinin topluluğun tarihinden koparılarak biricik kılındığını” ve cihatçıların kutsalla kendilerini içermeyen her türlü teması ilhak ederek, giderek onunla özdeşleşmeye çalıştıklarını yazıyor. Haliyle cihatçılar toplum ile kutsal arasındaki ilişkiyi böyle bozguna uğratarak kendilerini kutsalı mülk edinmiş, hatta onu paylaştırabilen bir özne olarak kurguluyorlar. Alıntılarsak:

“Üst– Müslüman dünyaya her baktığında sarıldığı tanrının başarısızlığını görmektedir. Dolayısıyla sarıldığının gerçekten Tanrı olduğuna dair şüphesini, onun tehditkâr ve yok edici gücünü kullanarak gidermektedir. İmanın sahiciliğini onaylayacak otoriteyi kabul eden üst-Müslüman, sahici olmayanı yok edebilen bir otorite olarak kendini atayarak bunu telafi etmektedir. Yani üst-Müslümanlığı haklı gösterebilecek ve siyasallaştıracak tek şey ‘alt-Müslümanlığın’ yok edilmesi olabilir.” 

***

Bu alıntının son cümlesi bilhassa yurdum ortalaması denilen “sıradan müminleri” ilgilendiriyor. Hülasa uyguladığı şiddeti ilahi mertebede gören cihatçıların bir başka özellikleri de asla “sivil” kategorisini tanımamaları. Üstelik düzeni sağlayıp da katletmeyi durdurmak şöyle dursun, katletmeyi özellikle teşvik eden bir toplumsal tasarımı daimi kılma çabaları da cabası. Kutsal, öldürme performansı ve icrasıyla kendisini sahiplenen bir özneye tabi kılınmaya çalışılırken, öldürme edimi de insani sınırları aşarak kutsala yaklaşma haline geliyor böylelikle. Nihayet cihatçı mantık devleti ele aldığında ise onu da kutsallaştırmaya çalışarak yaptırımını doğrudan “kutsalın müdahalesi” olarak sunmaya başlıyor ve aslında toplumsal anlamda “kutsal” olanı tamamen yok ederek onun yerine geçiyor. İşte kimilerinin şuursuzca tezahürat ettiği cihatçıların tüm motivasyonları bu: “Allah yolunda ölerek öte dünyaya uzanan özgeci bir yolculuk değil; öldüre öldüre, bu dünyaya ‘ölümüne’ talip olmayı” salık veren çıkarcı bir ölüm politikası!