Halkın kendi örgütlü dayanışmasının yerini hiçbir ‘‘sadaka’’nın tutmadığı görüldü. Dua ile sala ile enkaz kalkmıyor ve biz o sarayı yıkmadıkça o günbegün böyle üzerimize yıkılmaya devam ediyor.

Devlet mi hükümet mi?

Son günlerde tribünlerden sokaklara doğru yayılan “HÜKÜMET İSTİFA” seslerinin yükselmesiyle etekleri tutuşan iktidar mümessilleri tehdit ve yasakçılığın dozunu artırma peşine düştü. Halkın çadır ihtiyacını görmezden gelen Kızılay’ın elindeki çadırları sattığının ifşa olmasıyla artan tepkiler yine gözaltı, polis şiddeti ve “hukuk terörüyle” karşılanırken, toplumsal muhalefetin yükselmemesi için, her bir mecrada iktidar aleyhindeki her bir cümle “afete siyaset karıştırmak” ve dahi “devlet düşmanlığı” olarak etiketlenmeye başladı.

Bu sırada futbol maçlarının seyircisiz oynanması gerektiğine kadar el yükselten Bahçeli’nin her nasılsa “ciddiye alınmasının” akabinde taraftar gruplarına tribünler yasaklanırken, korkak kulüp yönetimlerinin yardakçılıkta birbiriyle yarışan açıklamaları da peş peşe geldi. Erdoğan, Soylu ve Bahçeli’nin başını çektiği öfkeli faşistler korosu ağızbirliği yaparak afet karşısındaki kepazeliklerini tehdit diliyle ve nefret söylemiyle örtme peşinde. Gelgelelim insanların yaşadığı acı öyle büyük ki bu tehditler iktidarın istediği korkudan ziyade, onlara yönelen öfkeyi körüklüyor.

Bu cenderede sosyal medyada da başka bir tartışma başladı: “Devlet mi hükümet mi?” diye. Kimi muhalifler “devlet düşmanı olmadıklarını” ve dolayısıyla “hükümet istifa” sloganının yalnızca yürütme organını hedef alan bir serzeniş olduğunu açıklama telaşına düştü her nedense. Gelgelelim saray rejiminin eriştiği kademede böyle bir ayrımın kalmadığını onlara da anlatmak biraz zor, zira AKP’den kurtulur kurtulmaz devleti fabrika ayarlarına döndürebileceğini düşünen burjuva muhalefetin “düzen metafiziği” işlenmiş zihinlerine. Bu nedenle toplumsal muhalefet her yükseldiğinde onlar da korkuyor, “bunlar AKP’nin işine yarar, aman sokaklara dökülmeyin” nutukları atılıyor her seferinde.

SINIF MÜCADELESİ

Tüm bunlara karşın bu afette her açıdan mutlaklık kazanan, gerçekliği hem ispat hem de ifşa olunmuş bir Marx&Engels cümlesi var: “Kapitalist devlet, burjuvazinin ortak işlerini yürüten bir komiteden başka bir şey değildir.” Devlet, farklı tarihsel uğraklarında farklı biçimlere bürünerek o malum “göreli özerkliğe” nail olduğunda dahi böyledir bu. Hani kapitalizmin altın evladı gibi görünen o “sosyal devlet” modelinde bile altsınıflara gösterilen kısıtlı müsamaha, sosyal güvenceler filan vardır ya, onların nedeni bile burjuvazinin “doğrudan değil, sürdürülebilir çıkarlarını” gözeterek hareket etmesidir aslında. Haliyle evet, kapitalist devletin kimi uğraklarında “hükümet ayrı, devlet ayrı” denilebilir, yani ayrıklaşmış bir yürütme aygıtından bahsedilebilir; fakat başından sonuna kadar yine “sınıf iktidarı” ve bu iktidarın kolektif varlığın temsiline koşularak genel/ortak çıkarları işaret etmesidir söz konusu olan. Ve bu kertede bile çubuğu sosyal politikalara, kamu yararına bükebilen tek şey yine sınıf mücadelesi, en azından ezilenlerin örgütlü talepleriyle elde ettiği kazanımlardır.

Türkiye’de de devletin dönüşümünün kimi uğraklarında bu genel değişkenler geçerli olmakla beraber, maalesef bizdeki serüven özgül bir bağlam daha taşır: Bu ülkede burjuvazi hiçbir zaman ortalama bir kapitalist mantıkla devleti “sürdürülebilir kârının kalkanı” olarak dahi görememiştir. Devlet, iktidarı ele alan burjuva hiziplerin hiçbiri için kendi kısa vadeli çıkarları için kullandığı, her fırsatta deforme etmekten çekinmediği bir yağma ve talan mekanizmasından öte bir anlam taşımamıştır. Korkut Boratav, yazdığı iktisat tarihi metinlerinde Türkiye’deki burjuvaların “avanta ve rant” arayan bu ortak karakteristiğinin doğurduğu özgün süreçlere sık dikkat çeker bu yüzden. Her dönem salınan bir “siyaset rakkasından” bahseder. Ancak buna rağmen seksen darbesine kadar “güçler ayrılığı” ilkesi -her fırsatta dejenere edilse bile- bir şekilde varlığını sürdürebilmiştir. Fakat sonrasındaki neo-liberal dönüşüm, iktidarı ele alan burjuva hiziplere artık yasallaşmış bir “sorumsuzluk” hakkı tanımış, altsınıfların hakları başta olmak üzere ortak kamusal çıkarları resmen devletin demokratik sorumluluk alanından çıkarmıştır. Bu mantığın öcü ilan ettiği “ceberut devlet” imgesinin karşısında piyasacı bir özgürlük masalı anlatılmış, özelleştirmelerden 4857 sayılı iş yasasına varan tasfiye dalgasında “devleti holding gibi, şirket gibi yönetmek” şiarı ahlaki bir gereksinim gibi savunulmuştur. (Hatta Besim Tibuk gibi liberaller el yükselterek “bakkal gibi yöneteceğiz” diyebilmiştir). “İşçiler çalışmıyorlar yatıyorlar” denilerekten elden çıkarılan kamu iktisadi teşekkülleriyle başlayan süreç eğitime, ulaşıma, enerji dağıtımına ve hatta kamu bürokrasisine kadar sündürülmüş, bilhassa AKP iktidarının başlangıcıyla devlete ait olmakla birlikte kamunun ortak malı sayılan her şey satılmış, hatta devlete ait kuruluşlar dahi şirketleştirilerek rant silsilesine dahil edilmiştir. Yani açıkçası, bugün geldiğimiz noktada -savunma ve yargı da dahil olmak üzere- tüm mekanizmaları naylonlaşmış devletin “hükümet” temsilinde cisimleşen sermaye hiziplerinin egemenliğinden müstakil bir varlığı söz konusu dahi edilemez.

SUÇ ORTAKLIĞI

Yani artık “ceberut devlet” yok, fakat “devletli ceberutlar” hâlâ var, onların yasakçılığıyla dayatılan, dinci ve faşist ideolojilerin propagandasıyla kimi burjuva hiziplerin “doğrudan çıkarlarına” amade kılınmış bir şirketler ağı var. Devlet denilen şey de onun baskı ve yasakla, kollukla, işin aslı el yordamıyla günü kurtarmasından başka bir şey değil. İşte Kızılay başkanı olan şarlatana afetzedeler soğukta beklerken çadırları sattıran şey de, sonrasında yaptığının “etik” olduğunu ona düşündüren şey de bu. Kurdukları bir suç ortaklığı silsilesi var ve “naylon devletle” hemhal olan herkes (Haluk Levent örneğindeki gibi) istemeden de olsa bu suç ortaklığına dahil ediliyor.

Bu silsilede altsınıflara sunulan şey ise kayırıcılık, sadaka ve himmet kültürü. Kamuya ait olanı kendisinin sanan yobazların piramidin tepesinden salladığı sepetten yalnızca suç ortaklığını ispat edebilenler nasiplenebiliyor. Saray mutfağından ziftlenen dalkavuklar “naylon devlete” methiyeler düzerken, o devletin mabetlerinden tarikatı, aşireti, mafyası eksik olmuyor bu yüzden. Ulus ötesi şirketlere torunlarımızı bile borçlandırarak yaptıkları yollar-köprüleri “Batı’nın kıskandığını” söyleyen aparatlar adına “kalkınma” dedikleri enkaz yığınının tozundan dahi kâr etme telaşına düşmüş bugün. Depremzedelere ulaştırılmaya çalışılan kıyafetler bile bir atık şirketine satılıyor hâlâ.

Üstelik hepsi doğrudan çıkarının peşine düşmüşken halktan da aynısını yapmasını istiyorlar utanmadan. Afet bölgesinde yardımları dahi bir “kapış kapış” mantığıyla, hatta kayırıcılıkla dağıtma telaşındalar. Sivil dayanışmayı ise ya kırmak ya da kendi suç ortaklıklarına dahil etmek istiyorlar. Adıyaman’da depremzedelere para dağıtacak ölçüde görgüyü elden bırakan Erdoğan’ın tüm yalpalamalarında görülüyor bu. “Kader planı” dediği felaketten dahi böyle günübirlik hesaplarla, arkasında duracaklara vaat ettiği “sadakayla” sıyrılmak, karşılığında da kendisine “minnet” duyulmasını istiyor. “Helallik” sipariş ediyor halktan.

Erdoğan, 'helallik' istediği Adıyaman’da para dağıttı.Erdoğan, 'helallik' istediği Adıyaman’da para dağıttı.



TEHDİT SÖKMÜYOR

Nihayet, kimsenin devleti küçük düşürmesine filan da gerek kalmıyor bu sayede, çünkü adına “devlet” denilen o derme çatma form tüm aksaklıklarına rağmen bu ülkenin tarihinde hiçbir zaman bu kadar alçalmamıştı. Sivil yardım tırlarının üzerine çöreklenip kendi afişlerini asacak ölçüde küçük hesaplara düşmemiş, devletin bir kurumundan başka bir kurumuna bağış yapma parodisini göstermemişti. İşte Bahçeli gibilerin hâlâ “devleti yüceltme” nutukları atması, halkın dayanışmasını hasım görmesi, onu bunu tehdit etmesi, saraydan sürekli yeni yasaklar sipariş etmesi bu yüzden. Kendi ayıplarını devletin ulviliği söylemine sığınarak örtmek, ihmalleri dile getirenleri “bölücülükle” suçlamak, hatta “fırsat bu fırsat” deyip kendilerinden olmayanlara daha kapsamlı bir saldırı tertiplemek peşindeler.

Fakat muzaffer olamayacaklar! Çünkü yaşadığımız felaket pek çok sinik hissizliği teyakkuza sürükledi bu ülkede. Görüldü ki artık tehditler sökmüyor. Çünkü görüldü ki yalnızca kardeşlerimiz, yurttaşlarımız değil özgürlüklerimiz de, insanlığımız da enkaz altında. Çünkü görüldü ki halkın kendi örgütlü dayanışmasının yerini hiçbir “sadaka” tutamıyor. Görüldü ki dua ile sala ile enkaz kalkmıyor ve biz o sarayı yıkmadıkça o günbegün böyle üzerimize yıkılmaya devam ediyor.