Hayat koşulları git gide ağırlaşsa da memnuniyetsiz yığınların sessizlikleri siyasi kararlarını neden etkilemiyor? Nasıl oluyor da yönetim değişimi talep etmiyor, yaşadıkları olumsuzluklardan fiili yönetimi sorumlu görmüyorlar?
Bu sorular, başta CHP Lideri ve yönetici kliğinin olmak üzere çok sayıda insanın kafasını meşgul ediyor. Özellikle Kılıçdaroğlu’nun halka yönelik, nerdeyse “Allahınızdan bulun” tonundaki sitemleriyle bezeli konuşmaları, bu sorularla cebelleştiklerinin tanıtı.

Siyasal alanın bu hali Türkiye’ye özgü değil galiba. Dünyanın genelinde, geleneksel siyasi partilerin toplumu temsil eden yapılar olma özellikleri hızla eriyor. Memnuniyetsiz çoğunluk, kitle partilerinin, kendi koşullarını değiştirebileceğine olan inancını yitirmiş durumda.

İnanç yitimi sağ, sol, muhafazakâr, liberal, demokrat gibi sıfatlarla belirlenen ideolojilerden öte bir ‘yapı’ olarak ‘siyasal parti sistemine’ yönelik. Grup, ekip, takım gibi yapılara olan inanç yitimi ile ideolojilere yönelik inanç yitimi koşut. Ekiplerin değil liderlerin seçildiği, ideolojilere değil de bireylere ‘inanıldığı’ bir dönem söz konusu. Siyasal partiler arasındaki ideolojik farklılıkların silinmesi mi bu süreci hızlandırıyor, yoksa bu hal mi ideolojik farklılıkları siliyor sorusunun yanıtı kolay değil.

“Trump mı, Clinton mı” sorusuna yanıt verenlerin; iki adayın bireysel özelliklerini, parti aidiyetlerinden daha çok önemsedikleri biliniyor. “Putin’in siyasal görüşü nedir” sorusuna kim tam bir yanıt verebilir? Almanya’da Merkel’in vazgeçilmezliğinde siyasal görüşü mü belirleyici? Macron vs bu örnekler çoğaltılabilir. Hatta Selahattin Demirtaş’ın topladığı oy bile bu durumun yansıması olabilir.

RT Erdoğan’ın kişisel siyasi hayatı ve pratiği de bu örneklerle uyumlu. 2002 yılındaki AKP ile günümüzün AKP’si birbirine zıt iki siyasal parti gibiler. Dünyadan farkları, AKP’nin ve RTE’nın iktidarı bırakmadan değişmeleri. Tıpkı Putin gibi.

Öyleyse, ‘ne kendisini bir siyasal özne gibi gören, ne de bir siyasal partide temsil edildiğini hissedebilen yığınların memnuniyetsizliğinden’ söz etmek mümkün. ‘Dünyanın tekrar büyülenmesi’ tam da bu demek değil mi? Kendi aklına güvenmekten vazgeçmek.

Büyüler, mucizeler, üfürükçüler, şifalı otlar, transandantal meditasyonlar, hacamatlar, spiritüel enerjiler, cinler, hacılar, hocaların kerametleri gibi bilimum akıl dışılıklarla bezeli gündelik hayatımız basitçe yobazların desteklenmesinin eseri değil. Kupa çektirip, hacamat yaptıranla, Çin’in bilmem ne dağındaki bilmem ne otundan elde edilen bitkisel özü, modern tıp ilaçlarından daha yararlı bulan arasındaki fark niteliksel değil. Tıpkı aşıyı emperyalist komplo sananla, Challenger uzay mekiğinin cıvatalarını kerametle gevşetip düşüren arasında fark olmaması gibi.

Kendi hayatının sorumluluğunu kendi aklıyla almaya cesaret edemeyenlerin, ne kadar zalim olsa da bir kurtarıcı aramaları kaçınılmaz.

Sıradan bir Iraklı, Libyalı, Suriyelinin yanmış yıkılmış ülkelerine baktıklarında, bir an için bile olsa Saddam, Kaddafi ve Esad yönetimlerindeki ‘görece’ güvenli hayatlarını özlediklerini duysanız, şaşırır mıydınız? Her gün bu insanların hayat koşullarına bakan bir sıradan Türkiyelinin “RTE düşerse biz de bu ülkelerin durumuna düşebiliriz” kaygısı yaşamadığını söyleyebilir misiniz?

RTE’nın kendi bekası ile Türkiye’nin bekasını eşitlemesi basit bir politik cinlikten öte bir söylem. Hakikaten hem kendisi ve hatta Bahçeli bile buna inanıyor olabilir. Hal böyleyken muhalefet hem bütün siyasal stratejisini Erdoğan karşıtlığı üzerine kurup, hem de Erdoğan’dan daha güçlü bir figür çıkaramadıkça Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürmekten öte bir şey yapmamış olduğunun ayırdında bile değil. Onlar vurdukça Erdoğan güçleniyor.

Memnuniyetsiz ve fakat kendisini umarsız hisseden yığınlara; liderin değil takımın, bireysel kurtuluşun değil dayanışmanın koruyucu gücünü ‘kanıtlayacak’ siyasal hareketlere ihtiyacımız var. “Yalnız değilsin” diye seslenebilen ve sesini duyurabilenler bütün yalnızları bir araya getirebilecek.

“Hakkını ara” değil, “hakkımızı arayalım”; “kendini koru” değil, “kendimizi koruyalım”; “kendini kurtar” değil, “gel birlikte geleceğimizi kuralım” diyenler…