Hafta sonu İstanbul’ da Veli-der’in ‘Laik ve Kamusal Eğitim’ sempozyumu vardı. Uluslararası katılımın da olduğu sempozyum, eğitimde dinselleşmenin Türkiye’ye özgü bir süreç olmadığını da gösterdi.

Sempozyum; Türkiye’de olup bitenin, birkaç tarikatın ve siyasal İslamcı iktidarın ‘yıllardır arzuladıkları bir karşı devrimi’ adım adım inşa etmeleri olmadığını ortaya çıkardı.

Evet, böyle bir boyutu var. Ama en önemli etken bu değil galiba. Örneğin, Polonya’da da birebir aynı süreç işliyor. Polonya’dan gelen konuşmacı Agnieszka Dziemianowics, eğitimin devlet eliyle kiliselerin kontrolü altına sokulmaya çalışıldığını anlattı.

Eğitimin dinselleştirilmesi süreci iç içe ve birbirini besleyen dinamiklerle yürüyor. Kamusal eğitimin kamu dışına devredilmesi aslında eğitimden elde edilen rantın da devredilmesi anlamına geliyor. Bu süreç, kamunun kaynaklarının da dinci örgüt ve kurumlara aktarılmasıyla sürüyor.

İnsanlar, eğitim almak ya da çocuklarına eğitim aldırabilmek için dolaysızca ceplerinden, kamu kaynaklarının aktarılmasıyla da dolaylı olarak, dinci kurumları beslemeye mecbur bırakılıyorlar. Bir yandan seçeneksiz bırakılarak din temelli eğitime tabi olurlarken aynı zamanda bu eğitimi verenleri de finansal olarak beslemek zorunda kalıyorlar. “Eğitim almak istiyorsan sadece bu tip eğitimi alma hakkına sahipsin” dayatması altındayız. “Elektrik kullanıyorsan TRT’yi finanse etmek zorundasın” gibi.

Dinselleştirilmiş eğitimin dindar bir nesil yetiştirmeyi amaçladığını sanmak en büyük hatalardan biri. Dinci kurum ve yapıların denetiminde süren bir eğitim, bir insan yetiştirme mühendisliği. Anaokullarının bile dinci gruplara verilmesinin nedeni de bu mühendisliğin çekirdekten yetiştirmeyi amaçlamasından.

“Nasıl bir insan?” Bu soruya sadece Türkiye içinden bakmak eksik olur. Dünyanın egemenleri, geleceğin insanının nasıl biri olmasını istiyorlar diye sorgulamak gerekiyor.

Olup biten her şeyi, kendi dışındaki dünyanın gidişatını belirlemeye ne gücü ne de hakkı olan bir insan! Her şey, müdahale edemeyeceği ve nasıl olup da böyle olduğuna akıl erdiremeyeceği bir ‘hikmetinden sual olunmaz’ gücün denetimi altında diye düşünen (!) insan.

Sorgulamayan değil, sorgulamayı öğrenememiş, en yalın haliyle hakikaten ‘aklı almayan’ biri. Büyük gücün etkisi ve insafı altında olduğunu hisseden tekil bireylerin ‘güce’ sığınmaya çalışmaktan başka seçenekleri olmadığını ‘düşünebilmeleri’ hali. Güç hiyerarşisi altında her bir anda kendisini en güçsüz olan olarak hissedip, güç elde etmenin yolunu güçlü olandan yana olmak olarak ‘düşünebilen’ insan.

Aynı zamanda güçlü hissettiği her bir tekil durum ya da anda gücünü gösterme ve kullanma arzusundan kaçamayan insan! Gücü yetenin gücü yettiğine hükmettiği bir dünya tasarımı. Bu anlayışın kaçınılmaz sonucu sanılanın tersine bağlılık ve aidiyet değil, tersine soyut bir güç tapıncından başka hiçbir şeye bağlı hissedememe halidir. Kim güçlüyse onun boyunduruğuna girip kime gücü yeterse onun üzerinde tahakküm kurma arzusu.

Etrafımızda akıp giden şiddetin hedefinin her defasında güçsüz olana yönelik olmasının kaynağı da bu değil mi? Çocuk, kadın, LGBTİ, engelli, eksik, mülteci, göçmen, yaşlı, yoksul hepsinin ortak noktası görece güçsüz olan/ bırakılan/ güçsüz olarak inşa edilen değil mi?

Kapitalizmin; ‘işçilerin’, ‘tüketicilerin’ bir ‘akla’ sahip olmalarına ihtiyacının kalmadığını söyleyebilir miyiz?
Çocuklarımızı akılsız bir dünyanın ‘vahşi’ çağrısından korumak için çalışmak zorundayız.