Alman faşistlerinin Avusturyalı fikirdaşlarından da destek alarak tartıştığı göçmenlerin başka ülkelere sınır dışı edilmesi projeleriyle ilgili son toplantının ortaya çıkarılmasının ardından başlayan ve ülkenin dört bir köşesinde gerçekleştirilen anti-faşist yürüyüş ve mitingler devam ediyor.

Bazı yerlerde merkez sağdan sağduyulu demokratların da katılımıyla toplumun çok geniş kesimlerinden on binlerce insanın sokağa çıktığı bu eylemler, hem göçmenlerle dayanışma hem de ülkede son dönemlerde giderek güçlenen başta AfD (Almanya için Alternatif) olmak üzere aşırı sağcı, ırkçı ve yabancı düşmanı parti ve örgütleri protesto açısından çok önemli bir gelişme. Bu eylemlere katılanların sosyal medya kanallarında yaptıkları coşkulu ve gururlu paylaşımlar, Almanya’daki demokratların 1930’lı ve 40’lı yıllarda yaşananların derslerini unutmadıklarının ve unutturmamak için çaba göstereceklerinin bir göstergesi elbette.

Ancak son gelişmeleri yaşayan ve gözleyen herkes, sağın hem kitlesel hem de örgütsel olarak güçlenmesinin sadece sokaklara dökülmekle engellenemeyeceğini biliyor. Nitekim düzenli olarak gerçekleştirilen kamuoyu yoklamaları da bunu gösteriyor.

Son haftalardaki yaygın protestolara rağmen AfD’ye yönelik seçmen desteği anketlerde hâlâ yüzde 20-22 aralığında. Almanya’nın doğusundaki bir kaymakamlık seçiminin (Saale-Orla Bölgesi) ikinci turu bu duruma ilişkin önemli bir örnek. İlk turda en fazla oy alan AfD’nin adayı, ikinci turda merkez sağ parti CDU’nun (Hıristiyan Demokrat Birlik) adayının gerisinde kaldı ve bu durum kimilerince “demokrasiden yana olanların zaferi” olarak değerlendirildi.

Ancak bu yaşanan gerçeğin sadece küçük bir yanı.

Birincisi; faşistlerin seçimi kaybeden adayı, birinci turdakinden (yüzde 45,7) daha fazla oy (yüzde 47,6) aldı.

İkincisi; birinci turda yüzde 33,3’le ikinci sırayı alan CDU’nun adayı, ikinci turu diğer partilerin ve solcu, demokrat, çevreci sivil toplum güçlerinin desteğiyle ama küçük bir farkla kazanabildi (yüzde 52,4).

Bu durum ülke çapındaki kitlesel eylemlerin ve bunlarla ilgili ana akım medyanın destek yayınlarının sadece demokrasinin değil, kendisini mevcut sistemin kurbanı olarak gören ve gösteren AfD’nin de güçlenmesine yol açabileceğine dair tespitlerin doğruluk payı içerdiğini gösteriyor.

∗∗

Bunlar olurken siyasetin aktörleri açısından da önemli gelişmeler yaşanıyor.

Bunların başında kuşkusuz esas olarak Sol Parti’den (Die Linke) ayrılanların kurduğu yeni parti BSW’nin (Sahra Wagenknecht İttifakı) ilk kongresi geliyor.

Hafta sonunda Berlin’de gerçekleştirilen kongrede önümüzdeki Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri için adaylarını belirleyen (bunlar arasında sayıları az da olsa daha önce sosyal demokrat ve yeşillerde önemli pozisyonlarda yer alıp partilerinin son politikalarını protesto ederek yeni oluşuma katılanlar, eski bir üst düzey diplomat ve son yıllarda özellikle ABD’nin Ortadoğu’daki askeri müdahalelerine yönelik eleştirel çıkışlarıyla tanınan araştırmacı yazar Michael Lüders de yer alıyor) bu parti, çeşitli kesimlerce AfD’nin yükselişine engel olabilecek bir oluşum olarak görülüyor. Son anketlere göre ülke çapındaki oy potansiyeli yüzde 7 civarında (Sol Parti’nin oy oranı ise yüzde 3-4). BSW’nin bu yıl doğudaki üç eyalette (Saksonya, Thüringen ve Brandenburg) gerçekleştirilecek seçimlerde ise sadece Sol Parti’yi değil, SPD, Yeşiller ve FDP’yi (Hür Demokrat Parti) de geride bırakıp koalisyon hükümetlerinde bile yer alabilmesi söz konusu. Almanya’nın Ukrayna’ya yönelik silah yardımlarına ve Rusya’ya yönelik ekonomik ambargolara kesin olarak karşı olan BSW, göç ve sığınmacılar konusunda klasik sol söylemlerden uzak kaldığı ve “Almanya’nın daha fazla göç kaldıramayacağı ve göçün sınırlandırılması gerektiği” tezlerine yakın durduğu için kimi gözlemcilerce “muhafazakâr” olarak değerlendiriliyor. Partiye kendi ismini veren Sahra Wagenknecht de kongrede yaptığı konuşmada “Biz ‘Linke 2.0’ değiliz” sözüyle sadece solun klasik kesimlerini değil, daha geniş bir kitleyi hedefleyeceklerini açıklayarak bu yaklaşımlardan rahatsız olmadıklarının işaretini verdi. Ancak diğer yandan da özellikle savaşla ilgili çıkışlarında Almanya’da sosyalist ve sosyal demokrat hareketin tarihe geçen liderlerinden Rosa Lüxemburg’u çağrıştırıyor. Ama tabii ki BSW’nin, Lüxemburg ve arkadaşlarının başında bulunduğu “Spartaküs Hareketi’yle” çok fazla benzerliği yok.

Adını kurucu liderinden alan BSW’nin bu yolu onun kamuoyunda tanınmışlığından yararlanmak için tercih ettiği ve bir süre sonra isim değişikliğine giderek, “lider kültü” eleştirilerinden kurtulmayı hedeflediği söyleniyor.

BSW, kitlelerin sağa kaymasını önlemek için popülist yaklaşımları üstlenen bir pragmatist “sol” hareket. Yani bu hareketin içinde yer alan gerçek solcuların işi çok zor. AfD’nin ilerlemesini ne ölçüde engelleyebileceklerini ya da frenleyeceklerini birkaç ay sonraki AP ve eyalet meclisi seçimlerinde göreceğiz.

∗∗

Alman siyasetine yeni bir siyasi parti daha katıldı, üstelik bu partiyi kuranların hepsi Türkiye kökenli göçmenler...

Bir diğeri de hazırlıklarını sürdürüyor. Bu da merkez sağla aşırı sağ arasında yer alacak, başında da göç konusundaki sağcı çıkışları nedeniyle istihbarat örgütünün başından uzaklaştırılan bir bürokrat olacak...

Onları da bir sonraki yazımıza bırakalım...