Türkiye’de kadın voleybolunun şahlanışı tüm dünyanın ilgisini çekiyor. Kulüpler bazında zaten bu alanda zirvede yer alan Türkiye, geçtiğimiz haftasonu kazandığı uluslar ligi şampiyonluğu ile FIVB dünya sıralamasında da liderliğe ulaştı. Kuşkusuz bu sezon takımın başına getirilen Santarelli’nin bu “şahlanışın” son kısımdaki payı çok büyük. Fakat yıllardır yapılan çalışmaların, sarf edilen emeğin ve dökülen terin göz ardı edilmesi de söz konusu bile olamaz. Zira Türkiye yüz yıllık bir voleybol kültürüne ve özellikle kadın voleybolunda dünyanın en başarılı ve köklü kulüplerine sahip. Üstelik bu kulüpler yalnızca kazandıkları madalyalarla değil, sporcu yetiştirmedeki maharetleriyle de dünyaya parmak ısırtıyor. Yıllardır Balkanlar’dan Anadolu’ya uzanan geniş bir hinterlantta yaşayan aileler kız çocuklarını bu kulüplerin altyapılarına emanet ederek hem sporcu olarak yetiştirilmelerini hem de eğitim yaşamlarını sürdürmelerini sağlıyor. Nihai kertede Türkiye dünyaya sporcu yetiştirip yurt dışına gönderen bir konumda yer alsa da yıllardır özellikle kadın voleybolundaki büyük başarılar futbola gösterilen yoğun ilginin gölgesinde kalmaktaydı.

Fakat son dönemde bu durumu değiştiren bir ivme yakalandı. “Biz voleybol ülkesiyiz” sloganıyla yapılan tanıtımların, 2003 yılındaki Avrupa ikinciliğinden bu yana “Filenin Sultanları” olarak anılan ulusal kadın voleybol takımının elde ettiği başarıların ve tüm turnuvalarda Türkiye’den kulüplerin birbiri ardına kaldırdığı kupaların voleybola olan ilgiyi gün be gün artırdığı görülüyor. Örneğin 2020’deki Tokyo olimpiyatlarından sonra voleybola gösterilen ilginin yüzde yüz yetmiş arttığı, hatta ulusal kadın voleybol takımının izlenme reytinglerinde bazı maçlarda futbol takımını geride bıraktığı söyleniyor. Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı turnuvalarda tıklım tıklım dolan spor salonları yurt dışındaki yorumcuların ve dünya voleybol federasyonunun da gözünden kaçmayarak övgülerle karşılanıyor. Üstelik bu son uluslar ligi boyunca da kimileyin Türkiye saatiyle gece yarılarına denk gelen karşılaşmalar bile parklarda toplanan ahali tarafından kurulan dev ekranlardan izlendi. Geçtiğimiz Pazar gecesi kazanılan şampiyonluktan sonra Filenin Sultanları ile birlikte milyonlarca kişi Erik Dalı oynadı. Sonuçta Türkiye’de kadınların öncülük ettiği bir voleybol rüzgârı esiyor, ancak “birileri” yine yapacağını yaparak moral bozmaktan geri durmuyor. Ama kuşkunuz olmasın, rüzgâra karşı tüküren aslında kendi yüzüne tükürmektedir.

***

Dünyanın en iyi voleybolcularından biri olarak gösterilen Ebrar Karakurt kazanılan şampiyonluk sonrasında yine Akit adlı paçavra tarafından hedef gösterildi. LGBTİ+ olduğu gerekçesiyle evvelce de defalarca dinci kesimlerin saldırılarına hedef olan Ebrar’ın, sosyal medyadaki paylaşımında “Boynumda bana yargı yükleyenlerin utançlarından yapılma mücevherler yani altın madalya” ifadesini kullanması Akit tarafından “kendi eşcinsel sapkın yaşam tarzını dayatması” olarak değerlendirildi. Kuşkusuz dinciler bunu ilk defa yapmıyor. Daha önce de aynı paçavrada yazan kimi köşe yazarları “vücut hatları görünüyor” diyerekten kadın voleybol takımlarının kapatılmasını savunan yazılar yazmış, ulusal kadın voleybol takımı Cüppeli Ahmet gibi tarikat şeyhlerince hedef gösterilmiş, hatta olimpiyatlarda ter dökerken dahi İhsan Şenocak gibi yobazların kadın düşmanlığından nasibini almıştı. Yani burada anlaşılması gereken ilk şey Ebrar özelinde yapılan bu saldırının son zamanlarda devlet desteğiyle büyütülen LGBTİ+ karşıtlığını vesika edinen yobazların tüm kadınlara olan düşmanlığından asla müstakil olmadığı. Bu zihniyet birliğini iyi kavramak, ona karşı mücadele açısından fevkalade önemli. Bakınız yobazlar açık bir şekilde toplumsal olarak bastırmak istedikleri kadınların başarılarına üzülüyorlar.

Hatırlarsanız önceki saldırılara karşı “en iyi smaçör” ödülünü Ben Böyleyim şarkısıyla paylaşan Ebrar federasyon tarafından da “Herkesin özel hayatı kendisine aittir” açıklamasıyla savunulmuştu. Ancak o vakitler LGBTİ+ düşmanlığı (elbette ki var olsa da) resmi jargondaki bu kristalize konumuna henüz erişmemiş, “LGBTİci” lafı siyasi polemiklerdeki bir bühtan olarak bugünkü kadar kullanılmıyordu. Bu dönemde ise “aile elden gidiyor” vesvesesinden “sapkınlık” retoriğine varan bir propaganda ile LGBTİ+ evvela İstanbul Sözleşmesi’nden çekilmenin, daha sonra medeni kanunda yapılması öngörülen düzenlemelerin bahanesi olarak gösterildi. Bugüne kadar LGBTİ+ düşmanlığıyla yapılan ne olduysa aynı anda kadın haklarının da irtifa kaybetmesiyle sonuçlandı. Şu sıralar “muhafazakâr aileler kız çocuklarını okula göndermiyor” safsatasıyla karma eğitime karşı düzenlemelere girişen iktidar mümessillerinin asla gündemden düşürmediği LGBTİ+ düşmanlığının arka planında pek çok dinci tarafından şimdiden itiraf edildiği üzere Türkiye’de kadın haklarının kısıtlanması emeli güdülüyor.

***

İşte bu yobaz refleksin varabildiği nokta ülkesini temsil etmek için canını dişine takan altın madalyalı bir sporcuya ettikleri hakaretlerde berraklaşıyor. Zaten ne beklenir ki onlardan? Onlar değil miydi İstanbul işgal altında iken evlerine kapanıp fıkıh tartışması yapan, onlar değil miydi ulusal kurtuluş savaşında işgalcilerle işbirliği yapan, onlar değil miydi şeriat aşkıyla mandacılığı savunan! Yobazlar zaten vatan hainidir! Ve kadınlar, kadınlar ise bu ülkenin kurtuluşu ve kuruluşunda oynadıkları esaslı rolü kuşaklar sonra bugün de böylesi başarılarla taçlandırıyor işte!