Sosyal medyada görmüşsünüzdür. Nişantaşı Üniversitesi sahibi, son seçimlerde Mersin’den MHP milletvekili seçilen Levent Uysal’ın akademik ve idari personele gönderdiği ileti epey gündem yarattı. Yazım yanlışlarına takılınca metnin içeriğine “focus olma motivasyonu” sekteye uğrayabiliyor. Önemsiz gibi mesajın sonuna bir not olarak iliştirilmiş “iş bilincinde olmayan ve iş etiğine uymayanların” gammazlanması ve gereğinin yapılması için gizliden “focus motivasyonu” sağlandığını görünce kanı donuyor asıl insanın.

Kimi durumlarda “hangisi daha kötü?” diye düşünmek gerekiyor. Doktora sahibi bir akademisyen ve halkın sorunlarını, ihtiyaçlarını temsil görevi için adaylığa seçilmiş bir kişinin düşünce dünyası ve eğitim yeterliği elbette kendine yakıştırdığı dili de belirler. Bu kısımda şaşılacak bir şey yok aslında. Şaşılacak olan ülkenin, yurttaşların, gelecek kuşakların kaderini belirleyecek olanların kültürel birikimi, neyle ya da kimle yetinebileceği ya da motivasyonu olmalı. Ona da şaşıracak evreyi çoktan geçtik.

Emin olun bu sadece iktidar ve ortağı yani egemen olan güç için böyle değil. Uzun zamandır ne yazık ki değişim isteyen muhalefet tarafında da liyakat güzel bir tanım olarak sıkça kullanılırken tercihler bıyık şekilleri, ideolojik uyumsuzluklar, popülizm ve biat üzerinden gelişiyor. Söz konusu iletideki yazım yanlışlarının benzerlerini pekâlâ hiç ummayacağınız yerlerde de bulursunuz. “Aman canım mesele yazım yanlışlarına mı kaldı?” diyenler olacaktır. Oysa meselenin özü tam da burada yatıyor. Böyle yazabilen birinin okumadığını rahatça söyleyebiliriz. Umursamadağını da. O zaman da düşünce, muhakeme, adalet ve vicdan duygusu gibi bütüncüm ve uzun bir yolun başında öğretilmiş ve dayatılmış yozlaşmanın dar yarıçapında tutsak kalırız. Değiştireceğimizin yerine koyacağımız aynıların kurbanı olmaya devam ederiz.

4 Temmuz akademisyen, sanat eleştirmeni, felsefeci, dramaturg ve benim sevgili annem Füsun Akatlı’yı yitirdiğimiz gün. Büyük bir yozlaşma akımının ilk adımlarından Yök’e ilk direnenlerdendi. 1983’e değin mücadele etmiş ve sonunda itirazını akademiden istifa ederek dile getirmişti. Yeri dolmaz biriydi. Ona özlemimi dile getirirken; “Öyle bir çöle uyanıyoruz ki her sabah. Uzundur öyle. Bundan yakınırdın anneciğim, ama o zamanlar vahalar vardı. Düşünenler, üretenler. Şimdi vahalar azaldı. Su birikintilerinde arıyoruz kuşağının aydınlığını. Sensiz ben zaten çölüm. Gülüşün kaldı.” cümleleri döküldü dilimden. Okumak, biriktirmektir aynı zamanda. Bilinç ve bilinçaltı yolculuk. Sonradan fark ettim ya da hatırladım şu satırlarını: “Acıyla, sevgiyle, Kahramanca kitabımda sanatın hayatla, hayatın sanatla buluştuğu yerlerde dolaşıyordum. Birbirleriyle buluşamadıkları yerler çöldü. Hayat için de sanat için de. Hiç olmazsa benim için böyleydi. Böyle olduğunu ve neden, nasıl böyle olduğunu anlatmaya çalışıyordum.” “Çölde bunalıp vahâ peşinde koşan kaç kişiyiz? Birbirimizi biliyor muyuz? Birşeyleri paylaşıyor muyuz?”* Füsun Akatlı’nın bir ömür dokuduğu edebiyat ve dil yolculuğuyla dokunduğu gençlerin, öğrencilerin tabii en çok de kendimin ne kadar şanslı olduğunu bir kez daha idrak etmem için öylesine çok özlediğim annemle biraz sohbet için raftan çekip aldığım kitabın açtığım sayfasından bu satırlar aktı önüme. Ona özlemimle yazdıklarıma yanıt verir gibi.

Temmuz bunaltıcı, kavurucu, karanlık geçiyor yine. Her anlamıyla. Sivas Katliamı’nın otuzuncu yılı için hepimiz birçok köşeden sesleniyoruz. Kendi vahâmızı arayarak. Dostlara sığınarak. Otuzuncu yılda “insanlık suçlarında zaman aşımı olmaz!” demek üzere yine şairlere sığındık benim 2 Temmuz günü Behçet Aysan’dan bana emanet kardeşim Eren Aysan’la. 2012’de de öyle yapmıştık. Sevgili Ahmet Telli’nin kaleme aldığı metni olabildiğince çok şaire ulaştırıp 2023’e, otuz yıllık tarihe bir not düşmek, birbirinin farkında olanlarla sesimizi çoğaltmak, olabilecek kötülüklere karşı bir cephe tutmak için. Sonucunda bir şairin “ben” öznesinden kopan azarıyla karşılaşıp “şairler arasında ayrımcılıkla” suçlanabileceğimizi hiç düşünmeden. Elbette aramayı atladığımız, arayıp da ulaşamadığımız isimler olmuştur. Yetememiş olabiliriz. Temiz bir düşünceydi. Şiirle iyileşmek, iyileştirmek için. Birilerini ayrıştırmaya niyetimiz olsa sanırım bu otuz yılda “bağzı” şairlerden daha önemli figürler ve nefret objeleri bulmakta güçlük çekmezdik. Nefret bizim lügatimizden geçmiyor. İntikam aramazken, en acılı günümüzde kendimizle kalmak, bir su başında sessizce şiir okumak, belki rüzgârın kulaklarımıza taşıyacağı sakin bir şarkıya kulak vermek varken ‘şair ayrıştırmaya’ niyetlenebileceğimizi ve böyle bir mânâsızlığa vakit ayıracağımızı düşünebilen düşünsün gerisini.

Eren’le çölleşmeden çok söz ederiz. Dertleşiriz. Bu bildiri için imza istemeye kalktığımızda yitirdiğimiz iyi şairler de bir kez daha yaktı yüreğimizi. Azaldığımızı işin kötüsü, gidenlerin yerine o ölçüde birilerinin de pek gelmediğini düşünerek hayıflandık. Yeni bir yersiz alınganlığa mahal vermesin bu sözlerim. İşte çölleşen iklimde nesli tükeniyor turnaların da! Sıklıkla büyüme çağında etrafımızı kuşatan entelektüel ana-baba dostlarının üretkenliği, yüksek çıtası belirliyor bizim de özlem duyduğumuz, nitelikli edebiyat ve düşün dünyasını. Belki de ailelerimizin kendi dönemlerine yönelik düşünsel sitemlerinin bugüne katmerlenerek uzanan, giderek genişleyen yarığından bakıyoruz hayata. Sahi gençler okuyor mu? Cumhuriyet dönemi dergileriyle, 68 kuşağının yayınlarıyla düşünce ufkunda gezinen kuşaklar yerini dijital dünyanın yanılsamalarıyla kısıtlı sanal bir âleme bıraktı. Biz büyürken dergiler ve dosyaları her ay sohbet ve tartışma konusu olurdu büyüklerimizin. Soyut, Oluşum, Türk Dili, Türkiye Yazıları, Varlık, Yeni İnsan… Saymakla bitmez. O yıllarda dergiler üzerinden süren kültürel paylaşım, tartışma hatları ve dosyalar vahâydı.

 “Türkiye’de 1980’den bu yana çok şey değişti ve 1990’dan sonra artık neredeyse hiçbir şey eskisi gibi değil. Öyle ki, bugün sınırsız maddi olanaklarınız olsa ve mümkün olup dergilerin, biçimiyle-içeriğiyle, en kalitelisini çıkarsanız, yine de edebiyatın kalbi ya da ciğeri olamayacak o dergi. Dergicilik adına bugün yapılacak, yapılabilecek ve yapılması gereken şey; edebiyata bir oksijen çadırı kurmaktır.”** diyordu Füsun Akatlı. ‘Kırgın ve küskün 1968 ruhunun, çağrılmakla gelmediği günlerde ‘68’lilerin torunlarına; yurdumuzun ‘güzel ve yalnız’ ve belki bahtsız, ama geçmişinden taşıdığı onur izleriyle, hâlâ bir tutku nesnesi olduğunu anlatacak, onları buna inandıracak, başlarını dikleştirecek tek imkânın sanatla gerçekleşebileceğine inanıyorum. Bilim ve tarih öğreticidir, kuşkusuz. Sanat, üstelik iyileştirici de olabilir. (…) Bugün, dünün devamıdır. Dünü taşımak için, taşıyabilenlerin edebiyatına eğilmekten daha iyi bir yol varsa da, onu ben bilmiyorum.”**

O halde edebiyat ve müziğin buluştuğu taze bir sanat eserine kavuşmuş olmanın sevinciyle bir oksijen çadırı önereyim size. Behçet Aysan şiirlerinden şarkıların yer aldığı “Yanık Ağıt” Çiğdem Erken’in müzik direktörlüğünde bir albüm oldu ve Ada Müzik’ten çıktı. Tam 10 yıl önce Metin Altıok şiirlerinden şarkılar: Ankâ albümünü hazırladığımızda Eren’le “bir de Behçet Aysan albümü yapalım” deyişimle hayâl kurduğumuz an dün gibi aklımda. 10 koca yıl geçtiğine kim inanır? Bu 10 yıl Yanık Ağıt için sayısız buluşmalar, umulmadık kesintiler, şarkılı sevinçler, bekleyişler ve Eren’in dinmeyen heyecanıyla geçti. İşte; seçim sonrası mutsuzluğundan, gelecek için değil koltuk için siyaset kakafonisinden, bayram kaosundan, her gün önümüze düşen kötülük demetinden sıyrılıp Behçet Aysan’ın şiirleriyle ve müziğin kucaklayışıyla temizlenip mücadelemizi solun devrimci ruhuyla yükseltmek için, sanatla iyileşmek için iyi bir fırsat. Bazen bir an durmak iyidir.

*Füsun Akatlı / Kültürsüzlüğümüzün Kışı –Acıyla Sevgiyle Kahramanca
**Füsun Akatlı /68 Ruhuyla Buluşmak