Bugün Saray iradesi kendi hâkimiyetini restore etme çabasıyla bir taraftan seçimlerin tekrarlanması “oyalamacasından” vakit kazanırken, bir taraftan da kendi teşvik ettiği sivil “güvenlik sorununu” işaret ederek baskı ve yasakları arttırma peşinde

“Gözünüzdeki kıymık en iyi büyüteçtir”

“Herkesin gözünden ırakta türemiş yeni bir insan türü, tahakkümün artık saçmalaşmış süreğenliğinin dayattığı zor ve kısıtlamaları oburca benimsiyor”. Theodor W. Adorno’nun Nazilerin yaydığı enfeksiyon için koyduğu bu meşhur tanı, bugün yaşadığımız (daha doğrusu sırayla ölmekte olduğumuz) ülke için de aynen geçerli. 10 Ekim’in ardından, yaşanan katliama açıkça sevinen, “kendileri yapmıştır” abukluğundan “kanlı meydan diyorlardı” sabukluğuna türlü haltı söyleyen, bununla yetinmeyip kayıp sayısının dahi artmasını isteyen, tribünlerde tekbir getirip saygı duruşuna bile izin vermeyen “insan türünün” neden olduğu infial, en az devlet eliyle yapılanlar kadar acı ve utandırıcı. Buna karşın örgütlenmiş yobazlığın yarattığı yılgı gün be gün böyle türlü dalaletle göğümüzü örtse bile, barış mücadelesinin asla yenik düşmemesi sadece “bizim” değil, gözü dönmüş bu yeni insan türünün, “bizi öldürmek isteyenlerin” bile son şansı haline geldi. Çünkü saray rejimi artık bütün hesaplarını savaş üzerine kurdu. Muktedirliğini devam ettirmesine olanak tanıyabilecek, yekûn hukuksuzluğunu ve hırsızlığını unutturabilecek tek şey kendi vatandaşlarına karşı sürdürdüğü bu gayri nizami harp. Bu yolda “herkesi” (en kolay da ona aldananları) gözden çıkarmaya hazır durumda.
Bu minvalde terör bir bahane, bir ezber, şu an için halen “olağanüstü” kabul edilen uygulamaları meşrulaştıracak bir “olağanüstü hal” yaratma jeneratörü terör. Ve aslında bu halin “olağan şüphelileri” olan muhalif güçlerin tasfiyesi için gerekli mizanseni kurmak amacıyla kullanılıyor. Bunun kanıtı -bakanından mebusuna, polisinden medyasına, entelinden mollasına kadar- saray fedailiğine soyunmuş cümle müptezelin, 10 Ekim günü yarattıkları terörle aralarında bulunan o peşin uyumdur. Poker suratları, sırıtkan gafları, yayın yasakları ve polis saldırıları gösteriyor ki; Ankara katliamının neden olduğu insanlık dramı doğrudan devlet eliyle pekiştirilmiştir.

Patlamanın ardından kurulan mizansen tüm süreci yine “terör mecazına”, devletin soyut retoriğinin at koşturduğu derekeye indirip, polis-asker cenazelerine bine bine “coşkusal vebayı” toplumsal halete sızdırmak üzerine kurulu. Bu bakımdan bu mizansende sosyalist muhalefetin ve özellikle HDP’nin egemenler tarafından açıkça hedef gösterilip lanetlenmesi işin sadece bir boyutu. Asıl dehşet, bunu yaparken bir taraftan da toplumu kışlalaştırmaları: Savaşa bel bağlayan devletlûlar, “teröre karşı” operasyonlarını gururla deklare ederler. MİT gibi “gizli iş pişirme merkezlerinin” icraatları ekmek kadar kutsal kılınır. Bordo Bereliler türünden intikam tugaylarının cengâverliği, Orta Doğu semalarında gezinen tayyarelerin teröristlere “misliyle karşılık vermesi” ve elbette ki tüm ölümlerde acının maddileşmesi...

Bu tertibe aldanıp saray rejiminin ihtiyaç duyduğu itaati gösterme gafletine düşmek, demokratik hassasiyetlerin tümünü memleketin mahpus talihini değiştirmek adına rafa kaldırmayı beraberinde getirir. Çünkü devlet örgütlenmesinin hâlihazır faşist mekanizmalarını gerekli gösteren, burjuva devleti faşist özüne indirgeyen şeydir savaş. Her türlü “özgürlük kısıntısını” makul kılan, kurumsallaşmış nefreti meşru gösteren, dahası tahakkümün dayattığı zorunlulukları kitlelerce arzulanabilir hale getiren şeydir. Sınıf mücadelesinin egemenlere zorluk çıkaran parametrelerini “halk” adını vere vere inkârı sağlayan, toplumsal talep ve itirazları saptırıp egemen “söylem” kapsamında eritmeye yarayan şeydir. Bunun karşısında barışı savunmak “insanlık namına” önemli olduğu kadar, şu an Türkiye’de özgürleşmeyi ve eşitliği savunan tüm siyasal girişimlerin mecburi istikametidir de aynı zamanda.
Bugün Saray iradesi kendi hâkimiyetini restore etme çabasıyla bir taraftan seçimlerin tekrarlanması “oyalamacasından” vakit kazanırken, bir taraftan da kendi teşvik ettiği sivil “güvenlik sorununu” işaret ederek baskı ve yasakları arttırma peşinde. Hepimizin hayatını kurtaracak olan o “dört yüz vekili” saraya armağan edene kadar kanımızın akmaya devam edeceği mesajı bizzat Erdoğan tarafından kulağımıza çalındı zaten. Ankara katliamının ardından kurulan mizansende parlamenter ceberutların sergiledikleri performans onların da saraydan daha muktedir bir irade tanımadıklarını gösteriyor: Cumhur abisiyle konuşmadan evvel iki kelam edemeyen bir başbakanın inisiyatifsizliği, rolünü iyi ezberleyememiş o acemi tiyatrocunun şeytanın suflörlüğünü beklemesi, birinci dereceden sorumluluk sahibi olması gereken üç tane bakanın çıkıp üç maymunu oynaması, vesaire. Tüm senaryoların sarayda yazıldığı ortada… Artık inanmaya bile güçlük çektiğimiz sıradan faşizmin manipülatörleri de -Osmanlı Ocakları’ndan paramiliterine kadar- yine saraya yüzünü dönmüş durumdalar. Ama hepsinden önemlisi şu ki; o tahakküm şatosunun etrafındaki sis dünyaya dağılıyor. Pencereler is tutuyor. Yaka kartları is tutuyor. Gündelik hayatta solunan zehirli bir duman var. Tikel çıkarları elde etmenin sinik raconundan tahammülsüz yobazlığın muhafazakâr ideallerine kadar her türden “gönüllü kulluğun” motifleri kutsanmış durumda. “Edep”, “ahlak”, “fıtrat”, “millet”, “Allah”, “kitap” diye diye körüklenen nefret, devletli ceberutların işaret ettiği HDP’ye ve sosyalist muhalefete odaklanmış durumda.

İşte böyle bir ortamda, 10 Ekim katliamını gerçekleştiren canlı bombayı Ankara’ya uğurlayan dinci-faşist örgüt ile patlamaya göz yuman devletin zihniyet özdeşliğini gösteren ironi -Davutoğlu’nun o “360 derecelik” sehvi kelamında olduğu gibi- yobazlığa verilen “milli” vesikadır. “Her türlü teröre lanet” şerhiyle selamlanan “birlik-beraberlik” söylemi, olağan koşulların “teröristleri” ya da en iyi ihtimalle “sempatizanları” olmakla yaftalı sosyalist bloğun dışlanmasını, daha ötesi hedef gösterilmesini ifade eder. “Allah’tan sabır” dileyen o sahte taziye mesajları da, terör kurbanlarının -Soma’da kaybettiğimiz canlar gibi- “şehit” ilan edilmesi de (ki buna inatla ve ısrarla karşı çıkmalıyız) bu “ötekileştirmeye” hizmet eder. Tanıl Bora’nın evvelce belirttiği üzere “milliyetçiliğin dinle eklemlenmesine hatta bizzat bir din haline gelmesine kan verir şehitlik kültü”. Hepimizi aynı “şahadetin” içerisinde yoğurmaya çalışan, müstakil siyaset üretme arzusundaki sarayın iradesine kayıtsız şartsız kulluk etmemizi bekleyen bir cihat fantezisidir bu. Kötülüğün harfleriyle yazılan kanunlar, Kurana el basıp edilen yeminlerle kucaklaştığında en kapsamlı ve hiddetli “ötekileştirme” Allah’ın adıyla yapılır. Gerçek alenen ortadadır: Bugün yüz yüze geldiğimiz örgütlenmiş yobazlığın esbab-ı mucizesi, bu “yeni insan türünün” tekbir seslerini okşayan devletin savaş ihtiyacıdır.

Son bir not: Peki, Tezer Özlü haklı mı; “burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” mi? Bu konuda Metin Solmaz’a katılıyorum; asıl biz buralıyız, yobazlık müstevli.