“Devrim artık gündelik hayatın kesintiye uğraması, şenliğin geri getirilmesi demektir.” Lefebvre böyle diyordu “Modern Dünya’da Gündelik Hayat” adlı eserinde. Ona göre üretim yalnızca ürün imalinden ibaret değildi. Üretim toplumsal ilişkilerin üretimini, tüm genişliği ile ele alındığında yeniden üretimi de kapsıyordu. “Üretim insanın kendi hayatını üretmesidir.”

Gündelik hayatın eleştirisi yaşadığımız gerçekliği algılamamız açısından son derece işlevsel bir araç hala. Gündelik hayatın sefaleti, ağır çalışma koşullarının, uzun çalışma sürelerinin, iş yerinde maruz kalınan hakaretlerin, ev içi yaşantımızın yarattığı rutinlerin, boş vakitlerimizi değerlendirme biçimlerimizin süreğen bir şeklinde karşımıza çıkmasından kaynaklanıyor. 

Neredeyse birbirinin kopyası olan hayatlar yaşıyoruz. Bu hayatlarımız birbirinden derin çizgilerle ayrıştırılmış durumda.  Tek tip bir gündelik hayat pratiği insanlara dayatılıyor. Çalışma hayatımızdan, boş vakitlerimize, aile hayatımıza kadar tüm süreçler örgütleniyor.  Kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri kendisine uygun bir toplumsal mekanizma kurmakta gayet hünerlidir. Bu amaçla mekanı yeniden ele alır. Yeniden üretir. İktidarını mekan üzerinde yeniden ve yeniden kurar. Mekanı üzerinde çalışılacak bir tuval gibi görür. Gündelik hayatı birbirinden ayrıştırırken onun her bir süreci için ayrı bir tasarımı vardır.

Sonuç olarak her iktidar düşlerini önce mekanda işler. 

Türkiye bu anlamda düşlerini mekana büyük bir incelikle işleyen bir siyasal iktidara sahip. Gündelik hayatı kendi kişisel özlemlerine göre şekillendirmeye çalışan ama onun insanları tutsak alan piyasacı ruhuna dokunmamaya özen gösteren ve hatta onu yeniden üreten bir iktidar. Cami ile alışveriş merkezinin, yani din ile sermayenin ortaklığı üzerine kurulan bu rejimin, sadece seküler yaşam tarzını benimsemiş insanlar için değil, gündelik hayatın basıncı altında nefes almaya çalışan inanan insanları da esaret altına aldığı açık.

Küba’ya cami kurma hayali tam da buraya denk düşmüyor mu? Bu fetihçi algının temel motivasyon kaynağı paranın egemenliği. Küba’nın bir tepesinin üzerine konumlandırılmaya çalışılan sadece bir cami hayali mi, yoksa ABD dolarına da o tepede yer var mı?  

YOĞUN ÇALIŞMA REJİMİ   
Türkiye’de bir yandan insanlar, yoğun çalışma koşulları altında bedenlerinin üzerine basılarak, meslek hastalıklarından, iş kazalarından, iş cinayetlerinden, ruhsal sorunlardan kötürüm bırakılırken, diğer yandan tüketici kimliği ile piyasada her an yeni bir tuzakla karşı karşıya bırakılıyor. Kredi kartları, tüketici kredileri, birbirinin aynısı ve tüketimden başka bir şey vaat etmeyen alışveriş merkezleri. Ev içinde kadının üzerine yıkılan tüketici ve bitmeyen rutinler. Ev işleri, çocuk bakımı.

Gezi direnişi bir şenlik olarak, gündelik hayatın akışına karşı verilen bir cevaptı. Alışveriş merkezi dayatmasına karşı inşa edilen alternatif yaşam deneyimi, kapitalist üretim ve mülkiyet ilişkileri üzerine kendini inşa etmiş olan hangi siyasal iktidar olursa olsun o iktidarı dehşete düşürmeye yeterdi. 

Hatırlayalım gezi direnişinin en önemli dinamiği gençler ve kadınlardı. Dün TÜİK işsizlik verilerini açıkladı. DİSK-AR’ın bu veriler üzerinden hazırladığı rapor gençler ve kadınlar için çalışma hayatında örülmeye çalışılan engelleri ve piyasanın sözde görünmez elinin yarattığı acımasız mekanizmaları ortaya koydu. Gençler için Geniş Tanımlı İşsizlik yüzde 28 seviyesinde gerçekleşti. Kadınlarda bu oran yüzde 25 oldu. Yükseköğretim mezunu kadınlar için ise yüzde 30’a ulaştı.

Haziran direnişinin mirası bugün işsizlik gerçeği ve kötü çalışma koşulları ile yüz yüze bırakılan vasıflı işgücü ile iş cinayetlerinin, meslek hastalıklarının kıskacındaki milyonların ortak mücadelesinde yeniden vücut bulacaktır. Hem de gündelik hayatlarının bir bütün olarak üretilmesinin karşısında durarak.

“Ve elbette ki sevgilim, elbet, dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya, dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla bu güzelim memlekette hürriyet.” N. Hikmet