“İşçileşmiş bir dünyada yaşıyoruz”. Bu tespiti Charles Tilly 19. Yüzyıldan 20. Yüzyıla evrilen dünya için yapmıştı. Eğer Tilly bu değerlendirmesinde haklı ise 20. Yüzyıldan 21. Yüzyıla uzanan dünya için “iki kere işçileşmiş” dense, yeridir! İşçileşme ve yeniden işçileşmenin eş zamanlı olarak dünya çapında yaşanıyor olması ne kadar hakikat ise, işçilerin bir sınıf olarak varlıklarını ne sendikacılık hareketinde ne de siyasal partiler düzleminde hissettiremiyor olması da o ölçüde hakikattir. Dibine kadar işçileşen bir dünyada, mücadele kapasitesi gerileyen bir işçi sınıfı varlığı ile karşı karşıyayız. Bu paradoks yada garabet sadece sosyalizm akımını yada solu ilgilendiriyor değil. Kapitalizmin kendi girdabında -krizi de denebilir- debelenip “altın vuruşa” yol aldığı bir dönemde, bu paradoksun çözümü bütün insanlığı ilgilendiriyor.

Bu paradoksu araştırma problemi olarak formüle etmesi beklenen sosyal bilim çalışmaları hakkında kabaca şunlar söylenebilir: Toplumsal sınıf başlığı sosyal bilim çalışmalarındaki ayrıcalıklı yerini epeydir kaybetmiş olsa da, son 15-20 yıl içinde, işçilerin bir sınıf olarak neden mevcut olamadıkları ve hatta olamayacakları hakkında azımsanmayacak bir literatür oluştu. Bu literatürün önemli bir bölümünün arka plan motifinde Marksizm ile rövanşist bir hesaplaşma arzusu yer alır. Kimi yazarların kişisel biyografilerinde anlaşılır olabilecek bu arzu, kaçınılmaz kuramsal etkilere de yol açtı.

En belirgin kuramsal etki, emeği sermaye karşısındaki konumu itibarıyla değil de işgücü piyasasındaki konumu ile kavramak şeklinde ortaya çıkmıştır. Böylece ne küresel ölçekteki büyük işçileşme dalgaları, ne de sermayenin gerçek tahakkümü karşısında emeğin iç farklılaşmalarındaki erime analiz konusu olabilmiştir. Varsa yoksa işgücü piyasasına ya çıkma olanaklarından yoksun olan mülksüzler (dip sınıf/alt sınıf) ya da farklılaşmış istihdam stratejilerinin etkisi altında bir türlü mücadele kapasitesini geliştiremeyen işçiler, çalışma ilişkilerinin belli başlı araştırma başlıkları arasında yer almıştır.

Sermaye karşısındaki konumu itibarıyla emek; coğrafya, sektör, meslek, vasıf düzeyi ve istihdam biçimindeki farklılıkları enlemesine kesen biçimiyle salt bir meta konumuna; maliyet kalemi sürekli olarak aşağıya çekilebilecek herhangi bir girdiye indirgenmiş durumdadır. Bu yanıyla emek, dört asırlık kapitalizmin hiç bir döneminde olamadığı kadar türdeşleşmiş bulunmaktadır. Bu türdeşleşme, emeğin yeniden üretiminde sorumluluk üstlenmeyen sermaye birikim rejiminin nesnel bir sonucudur. Ne var ki henüz ne sendikacılık hareketi ne de işçi sınıfı sosyalizmi akımı içinden aktörler, sözü edilen türdeşleşmeyi siyasallaştıracak kuramsal ve politik araçlar geliştirebilmiş değildir.

Hatırlanacak olursa, iki gür sakallı bilge Komünist Parti Manifestosu’nda işçilerin politik üstünlüğü ele geçirerek kendilerini bir ulus olarak inşa etmeleri gerektiğini belirtmişlerdir; “asla burjuva anlamda değil” notunun da düşüldüğü bu paragraf “işçilerin vatanı yoktur” cümlesi ile başlar. Neden ulus? Çünkü modern ulus, halk egemenliğinin politik birimidir; sınıf egemenliği, ancak işçi sınıfının kendisini bir ulus olarak örgütlemesi ile mümkündür ve –yaşanmışlıkların ardından daha cesurca söylenmelidir ki- parti hâkimiyetine asla indirgenemez.

Günümüzde proleter devrim, sermaye eliyle budana budan tasfiye edilmiş bulunan halk egemenliğini yeniden tesis etme görevini üstlenmiş durumdadır. Büyük insanlık ya Fransız ve Bolşevik Devrimlerinin sentezi mahiyetindeki devrimlere yönelecektir ya da …(bunu okurun sezgisine ve betimleme gücüne bırakmak en iyisi her halde.)