Calvino’nun ‘İkiye Bölünen Vikont’ adlı öyküsü son derece eğlenceli bir öyküdür. Vikont Medardo katıldığı bir savaşta gelen bir top mermisi ile tam ortadan ikiye bölünür. Vikont’un sağ kalan yarısı çeşitli badireler atlattıktan sonra memleketine döner. Ancak yarım vikont bedeninin yarısını savaş alanında bıraktığı gibi iyi bütün özelliklerini de kaybetmiştir.

Vikont, ona eksikliğini hatırlatan, kendisi gibi olmayan her şeyden, herkesten nefret eder.

Karşısına çıkan canlıları, meyveleri, çiçekleri, taşı, toprağı ne görürse ikiye böler. Bir şeyleri bölmek adeta onun imzası olmuştur.

Babası öldükten sonra yaşadığı yerin de hükümdarı olur. İktidarı verdiği keyfi kararlarla adeta kötülüğün iktidarı olur. Çevresindeki herkes ondan korkar.
Zamanla vikontun iyilikleri ile karşılaşanlar da olur. Onun iyiliklerini görenler büyük bir şaşkınlık yaşarlar. Ancak sonra anlaşılır ki iyilik yapan Vikont,
Vikont’un savaş alanında kalan öteki yarısıdır. Ve Vikont’un iyi yarısı kötü yarısının tam tersidir. Her türlü haksızlığın karşısındadır. O kadarki yapılan haksızlıklara karşı çıkarken birilerinin çıkarları ile de çatışmaya başlar. Velhasıl iyi Vikont da zamanla birilerini rahatsız etmeye başlar.

Vikont’un iki yarısı da aynı kadını sever. Sevdikleri kadın için düelloya çıkarlar. Ancak hangisi diğerine hamle yapsa diğerinin boş tarafına gelmektedir. Vikontlar bir türlü yenişemezler. İkisinin de bir anda dengesi bozulur ve birbirilerinin üzerine düşerler. Böylelikle vikont tekrar tek bir hale gelir. Herkes yeni durumdan memnun olur.

Bu öyküyü neden mi anlattım? Türkiye iyi tarafını bütünüyle yitirmiş bir kötülüğün iktidarı ile karşı karşıya.

Toplumun yarısı kendisi gibi olmayan, kendisi gibi düşünmeyen öbür yarısından nefret etmeye zorlanıyor.

Adeta ikiye bölünen Vikont’u bölen top mermisi gibi toplumu bölmeye, ayrıştırmaya, düşmanlaştırmaya çalışan bir anlayış fiili bir darbe ile toplumu zapturapt altına almak gayretinde.

Bu oyun tutar mı tutmaz mı bilinmez.

Ama bu kötücül halin kendisine taraftar bulduğu açık.

Adeta arenaya çıkmış gladyatörleri izlemeye gelmiş Romalılar gibi, ağızlarından kin ve nefret saçarak yeni ölümleri bekleyen çok sayıda kişi var. Her ölüm daha çok nefret demek. Daha çok heyecan demek. Tribünde olanlar sahada olanlardan kendilerini daha fazla kaptırmış durumdalar. Sonuçta ölen kendileri değil. Acı düştüğü yeri yakar. Onlar skor derdinde.

Savaşan aynı bedenin iki ayrı yarısı olunca ölen de, öldüren de bizden. İşin tuhafı da o. Yaklaşık 30 yıldır süren çatışmaların bilançosu olarak 40 bin kişinin hayatını kaybettiği ifade ediliyor. Bu 40 bin kişi için hangi taraftandı sorusu ortada yok. Yani savaş demek kendine zarar vermek demek.

Daha çok ölüm, daha çok nefret demek. Oysa öyle özlemişiz ki barışmayı, farklılıklarımızla, birbirimizin hakkını hukukunu tanıyarak buluşmayı, savaş çığlıkları toplumu bölmeye saflaştırmaya çalışanların taraftarları arasında bile henüz yeterli bir etki yaratmış değil.

Yalan makineleri çalışıyor bir yandan. Ölümden medet umanlar parmaklarını kaldırıyor öte yandan. Diyarbakır, Suruç Katliamları, bombalanan parti binaları, linç edilen insanlar. Hepsi savaş için yapılmadı mı? Kötülük iktidarını sürdürsün diye planlanmadı mı?

Savaş’ın sonucunun ne olacağı önceden belli. Bu savaşın kazananı işçiler, emekçiler, onuru ile yaşamını sürdürmeye çalışanlar olmayacak.

Ölülerimizden bir örtü dikilecek gerçeklerin üstünü örtmek için.

Yolsuzlukları gündemden düşecekler, hayat pahalılığını gündemden düşecekler, işsizliği gündemden düşecekler, geçim ücreti olmayan asgari ücreti gündemden düşecekler, her gün iş cinayetlerinde üçer beşer ölen işçileri gündemden düşecekler, haklarını arayan işçileri gündemden düşecekler, emeklinin sefaletini gündemden düşecekler.

Sonra sloganlar değişecek…

Her şey Saray için… TÜRGEV sana canım feda…

Bu oyunu bozmanın zamanı gelmedi mi?