"Vaktiyle gölgesinde dinlendiğimiz çınar,
Eski mahalle, vakıf çeşme, bakımsız cami,
Sakın zannetmeyin sizi garipsediğimi,
Bir güvercin hüznünde susan geçmiş zamanlar!

Affedin beni daldığım oluyorsa eğer,
Neyleyim gönlümce değil bu olup bitenler."*

Yalnızlık çoğu kişi için hüznün adresidir. İstenmez pek. Yalnız olana biraz üzülmek de adettendir. Benim için yalnızlığın kalabalığında dolaşmak bir ihtiyaç. Çoğu zaman o programdan bu programa, hatta  o kentten bu kente koştururken daha da uzaklaşan ve özleme dönüşen bir hal. Tuhaf şekilde yalnızlığı planlamak gerekiyor bazen. Kalabalıklarda yalnız kalmak ya da tercih edilmeyen, birilerine özlem duyulan, yoldaşlık yoksunluğuyla hissedilen yalnızlık elbette ayrı bir konu. İşte Haziran da geçti gidiyor. Bir yılın daha yarısını ütülemiş kaldırmışız rafa farkına bile varmadan. 

Seçim telaşı, seçim sonrası karmaşa, ülke gündemi derken yaklaşan Temmuz’un yükünü de düşünerek kendimle minik bir seyahate çıkmak istedim. Çok istediğim halde hiç görmediğim İmroz’a götürdüm kendimi. Sevgili Cemal Ünlü dostumun tavsiyesine uyarak, sezon henüz açılmadığından aradığım sükuneti fazlasıyla bulduğum Kale Köy’de Mustafa’nın Fidanı’na yerleştim. Mustafa’nın Kayfesi’yle Fidan’ı arasında bir ömür kıpırdamayacaksın deseler dünyalar benim olacaktı. Bazı mekânlar büyüler sizi. İsteseniz de ayrılamazsınız. Döner döner aynı yere gelirsiniz. Bu çok özel yere kendi büyüsünü katan sevgili Mustafa’nın sayesinde eski çınarla sohbet edebiliyor, kendinizi dinleyebiliyor, geçmişin hüznünü, kederini, sevinçlerini geleceğin umutlarıyla buluşturup sofranıza davet edebiliyorsunuz. Biraz gezmek için geldiğim yeri hiç göremeden ayrılacaktım az kalsın. Orada da imdadıma Mustafa ve dostlar yetişti. Yaşadığı yeri seven insanlar verdikleri emekle sadece orayı değil yaşamı da güzelleştiriyorlar.

Sivas Katliamı üzerinden tam otuz yıl geçti. Gericiliğin, ayrımcılığın, kötülüğün izinde gerçeğin peşinde geçirdiğim otuz yılla; bu kez farklı bir yerde, aynı öykünün başka yazımını izleyerek içimden hesaplaştım. İnkârla yüzleştim. Yalnızlığın değil ama yalnızlaştırılmanın hüznüyle karşılaştım. Devlet politikalarıyla değiştirilen hayatlar görünmez olur. Hiç tanımadığı insanların hayatını ele geçirip onları diğerlerinin üzerine salanların yazdığı tarih resmileşip benimsendiğinde, aradan zaman geçtikçe nasıl da kullanışlı öyküler oluşturuyor. Fethiye’de Kaya Köy’ün, İmroz’da Dere Köy’ün kader ortaklığı sadece turistlerin fotograf makinelerinde fotografı çekenin umursamazlığı ve bilinmezlik içinde buluşuyor. Bir an düşünmeksizin viran evlerin önünde sol ayak diğerine çaprazlanıp topuk havaya kalktığında kocaman bir de gülücük eklendiyse fotografa işlem tamam. Fotograf karesinde başkalarının yalnızlığı fondadır artık. Hiç anlatılamayacak birer öykü olarak.

Oysa sorsanız Kaya Köy ile Dere Köy öyküsü bambaşka yazılmıştır. Biri mübadele anlaşması uyarınca boşaltılarak zoraki gönderilen halkıyla diğeri ise Lozan Anlaşması ile özerk kimlik tanınarak mübadeleden muaf tutularak vatanında kalma ayrıcalığı (!) tanınmasıyla bilinen bu iki köyün ortaklığı sonucun aynı oluşunda ve sıradanlığında saklı. Mübadelenin mimarlarının amaçlarına ulaşmak için resmi evrakta tanımlandığı şekliyle anlaşmayı devre dışı bırakarak kötülüğü örgütleme becerisi kaderin belirleyicisi. Bizim ülkemiz çok farklı acılarıyla zengin. Topraklarının, doğasının, kültürlerin zenginliğini iyiliğin kaynağı olarak kullanmak yerine kötülüğü kurdun kuşun yuvasına değin yaygınlaştırarak tarım arazilerini, ormanları bile paraya dönüştürenlerin elinde başka başka hüzün öyküleri yazılıyor her yerde. On yıllar önce ada halkına zorluk yaratmak için kullanışı unsur olan ulaşım güçlüğü aslında onun büyüsüyle yetişen, tüm güzellikleriyle adayı yaşatan, hisseden ada halkı ve dostları için bugün olanca güzelliğiyle İmroz’u koruyan bir avantaja dönüşmüş.

Dere Köy’ün boş sokaklarında, bilmediğimiz öyküleri gizleyen evlerin, çamaşırhanenin arasından çıkıp inkar üzerine düşündüm çokça. Köyün öyküsü sıradan bir terk ediş öyküsüne dönüşmüş. Yakına inşa edilen cezaevinde kalan hırsızların, uğursuzların taşkınlıklarından rahatsız olan ve evlerini terk edip giden köy halkı bu öykünün sıradanlığında daha da yalnızlaştırılıyor. Çünkü devlet öyle istiyor. Çünkü bu ülkede hafıza mekanları sadece turistik. Gerçek bir yüzleşme yaşanmasına da izin verilmez çünkü yeni kötülükler ancak kör karanlıklara teslim sorgulamayan halklarla ve içlerinden ayıklanan, kışkırtılan kullanışlı cahillerle mümkündür. Kale köyün mübadele anlaşmasıyla verilen özerkliği adadaki rum halkın okullarının kapatılması, onların Türkçe eğitime zorlanması, ardından asimile edilmelerini taçlandıracak yarı açık cezaevinin planlı olarak adanı en büyük, en kalabalık, en zengin köyünün yanı başına kurulması, mahkumların denetimsiz bırakılması, suça /tacize göz yumulması, azınlık mal varlıklarına el koyulmasıyla yerle bir edilmiş. Bunlar buz dağının bazılarımızın görebildiği ucu. İnkar ve unutturuş; kılıfına uydurulmuş sıradanlıkla ve sorsanız çok acılı bir halka hakkı olanı türlü ayrıcalıkla bahşeden bir ülke büyüğünün pek yüce gönlüyle buluşunca öğretilmiş çaresizliğin kabulü kimi zaman teşekküre dönüşebiliyor.

Ne mutlu bana İmroz’da dostlarla kuşatıldım. İmroz’u yaşadım. Bir güvercin hüznünde susan geçmiş zamanların izini sürdüm. Çok özel anlarla iyi hissettim. Hüzün değil güzellik ve emekle tanıştım. İmroz Eğitim ve Kültür Derneği Başkanı sevgili Stelyo Berber’le adanın yeniden öğretime açılan rum okullarını ziyaret etme fırsatı buldum. Okulların açılmasıyla birlikte Atina’dan vatanına dönme karı alan geriye dönük göçün muştusuyla umutlandım. İlissos İmbros restaurantta adanın lezzetlerinden tattım. Barba Yorgo’nun reçine şarabına eşlik eden sohbetiyle neşelendim. Atina’da tanıdığım Diamandi’yle köyündeki kahvenin balkonunda buluşmanın kıymeti kelimelere sığmaz. Bambaşka bir inkâr öyküsünün bitmeyen taşlarını dizmeye işte böyle hazırlandım.

Şimdi önümüzdeki birkaç hafta ve yıl boyunca Madımak’ta yaşananları konuşacağız. Otuzuncu yılın gerçeklerini anlatacak nefesi başka türlü tazeleyemezdim. İnkâr Sivas’ta yaşananların kaldırım taşlarını döşerken, Siirt’te seçim çalışmaları sırasında bugüne kadar hiç sorgulanmamış dönemin Sivas Belediye Başkanı, şimdilerin ittifak ortağı parti başkanının “olayları yatıştırma” öyküsünü eski Saadet partili milletvekilimizden dinlemekle sınanmıştım. Oysa Sn Kemal Kılıçdaroğlu Sivas’ta seçim mitingindeyken aynı saatlerde Ankara’da görülen Sivas Katliamı Davası duruşmasında Sn Temel Karamollaoğlu’nun dinlenmesi talebi reddediliyordu. Kimse duymadı, kimse söylemedi. İnkâr bazen de aklama öyküleriyle düşer önünüze. Nedense hukuk önünde ve usulünce değil de kulaktan dolma söylenenlerle; önünü-arkasını, bağlamını yitirmiş güzel hazırlanmış görüntülerle ve pek de sağlam hık deyicilerle tasdiklenerek sunulur.

En iyisi Cafe Aman İstanbul’un güzelim şarkılarından birine sığınmak. Maraton başlıyor.